30 Eylül 2011 Cuma

Gitmek mi Zor, Kalmak mı?





Fazla acıkmamıştım ama hafiften midem kazınıyordu; hafif, sıcak bir şeyler atıştırayım dedim. Büyükparmakkapı Sokağı’nda, Beyoğlu'na yolum düştüğünde gittiğim lokantaya girip bir kâse süzme mercimek çorbası içtim. İyi gelmişti; Ahmet Rasim’in dediği gibi “kana kuvvet, göze fer, batna cila”ydı mübarek! Kalktım; bir porsiyon çorba için hesabı masaya istemeye utandım, kasada kendim ödeyeyim dedim. Adisyon fişini kasiyere uzattım; “iki buçuk lira” dedi. Cebimde epey bozukluk vardı. Üç lira çıkarıp kasa bankosunun üstündeki tabağa bıraktım. Adam parayı alıp üstünü verecekti ki, tam o anda telefonu çaldı. Normalde öyle durumlarda müşteri paranın üstünü beklemeden bırakıp gider. Ben de öyle yapacaktım. Ama bir kere adam elli kuruşu vermek üzere elini kasaya uzatmıştı. Onun o hareketi yapması benim de gitmemi engellemişti. O kadar basit ve kısa bir hareketti ki, artan elli kuruşu almam için kasanın önünde bir-iki saniye duraksamamda başlangıçta hiç de anormal bir durum yoktu. Zaten o sürede paranın üstünü beklemekten ziyade öylesine oyalanıyordum, kürdan falan arandım.

Lokantalarda hesap ödeyen müşterilerle kasadaki kişi arasında günde onlarca defa tekrarlanan bir sahnedir bu. Müşteri parasının üstünü beklerken garsonun tuttuğu ucuz kolonyayı sürer; çanta taşıyorsa onu omzuna yerleştirir; duvarlarda lokantanın tanıdık gazeteci-gurme torpiliyle yapılmış tanıtım haberlerinin çerçevelendiği tablolara bakar; bahşiş verip vermeyeceğini kararlaştırır; o sırada kasiyer otomatiğe bağlanmış parmak hareketleriyle para üstünü denkleştirip önündeki bu iş için hazırlanmış kaba bırakır; müşteri o parayı alır, içinden gelmişse bir miktar bahşiş bırakıp çıkar. Bütün bunlar birkaç saniye içinde olur biter.

Benimki de öyle olacaktı. Ancak telefon görüşmesi uzadıkça uzadı. Kasadaki adamın cevaplarından birinin yemek siparişi verdiği anlaşılıyordu. Sınıfta tek ayak üstünde bekleme cezası alan öğrenci gibi kasanın önünde dikilip kalmıştım. Ne gidebiliyor, ne de durduğum yerde rahat edebiliyordum. O parayı bahşiş olarak bırakabilirdim. Ama niçin bırakacaktım? Altı üstü bir kâse çorba içmiştim. İşyeri ya da garson bunun için bana ek bir hizmet sunmamıştı. Sıradan, standart bir servis; çorbamı masaya bırakıp gitmiş, bi “afiyet olsun” bile dememişti. Hesabı masaya istememiştim. Ayrıca, bahşişte zımni bir “yüzde on” oranı kuralı vardır. Kalan para miktarı bu kurala da uymuyordu. Hepsinden önemlisi, para üstünü öylece bırakırsam kasiyerin onu alıp benim adıma garsonların bahşiş kutusuna atacağını nerden bilecektim? O kısacık kararsızlık anında bütün bunlar zihnimden şimşek hızıyla akıp geçti.

Ben o sürede bu kadar ayrıntıyı yorumlayıp gerekli etik çıkarımları da yaptım ama kasadaki adamın telefon görüşmesi bir türlü bitmedi. Telefonun öte ucundakine yemek çeşitlerini saydı, porsiyonların büyüklüğünü tarif etmeye çalıştı, adres aldı. Bunları konuşması benim paramın üstünü vermesine engel değildi. Küçücük bir parmak hareketi yeterliydi. Ama o hareketi bir türlü yapmıyordu. Hiç beklemeden, parayı bırakır bırakmaz gitmiş olsam kalan paranın ne olacağını aslında pek umursamazdım. Adam para üstünü vermek üzere ilk hareketi yapmış olmasa zaten hiç beklemezdim. Ama bir kere süreci başlatmıştık, yarıda bırakmak kötü bir yenilgi olurdu!

Orada öylece kalakalmıştım. Ayaklarımın biri yürümek istiyor, ötekiyse oraya bağlanmış gibi kıpırdamıyordu. Hiç beklemeden çıksam bir jest yapmış olacaktım ama beklemekle o fırsatı kaçırmıştım. O kadar bekledikten sonra gitsem hem bıraktığım paranın bir önemi kalmayacak hem de niye bıraktım diye kendime kızacaktım. Sonradan kendimle kavga etmektense utanmayı göze alıp bekledim.

Ama kendime de kahrettim. Ne diye bozuk para vermiştim ki? Aslında bu gibi durumlarda genelde cebimde bozuk para olsa bile onun yerine bütün para veririm. O zaman da para üstü beklemek yadırganmaz. Verilen para üstünden bahşiş de bırakabilirim. Ama o gün hangi akla hizmet ettiysem çok kritik bir miktar para çıkarıp orada öylece esir olmuştum.

Üç adet madeni lira, öksüz üç kardeş gibi tabağımsı kabın içinde öylece bekliyordu. Ben bankonun önünde bekliyordum. Bu arada yanımdan gelip geçen garson yan gözle bana bakıyordu. Ya da bana öyle geliyordu. Garsonun içinden, “elli kuruş için bekliyor, yuh!” dediğinden emindim. Bu tahmin sıkıntımı daha da arttırıyordu. Adamın telefon konuşması bitmiyordu; sanki gitmem için konuşmayı mahsusçuktan uzatıyordu. Gözlerini benden kaçırmış “hadi git, elli kuruş için mi bekliyorsun?” der gibi bir hali vardı. Bir an ahizeyi elinden kapıp karşıdaki kişiye, “uzatma ulan işte, söyle ne söyleyeceksen de zıkkımlan” diye bağırmayı da düşündüm ama bu da yeni bir gerginlik prosedürü ve buna bağlı sorunlar yaratacaktı. Kendimi tuttum.

Sonunda bitti. Kasiyer üç lirayı kasaya atıp üstünü verdi. Suratı asılmıştı. Elli kuruşluk para üstünden vazgeçemeyip bekleyen cimri bir müşteriye güler yüz göstermesi de beklenemezdi elbette! Ama o kasanın önünde yaptığım yoğun iç muhasebeyi bilseydi bana hak vermez miydi? Bahşiş bırakmak öyle basit bir iş değildi ki!..

1 yorum:

  1. Celal bey; bir gün gelin de icra müdürlüğüne beraber gidelim de para üstü bekleme alışkanlığınızda çığır açılsın.

    YanıtlaSil