23 Eylül 2011 Cuma

Eylüldendir






Sabahları uyandığımda yatağımın başucunda asılı takvime alt tarafından bakıp hâlâ birçok sayfası olduğunu görünce seviniyordum; daha yılın bitmesine çok var diye. Yarıyı geçmiş ama yılın bitmek üzere olduğunu gösterecek kadar da incelmemiş. İyi bi şeydi bu... Ancak ayağa kalkıp gün ve ayın yazılı olduğu ön yüzünü görünce üstüme bir yorgunluk ve hüzün çöktü. Meğer bir buçuk aydan beri takvimin yapraklarını koparmamışım. Sanki bilincinde olmadan kendimce zamanı durdurmaya çalışmışım. Yaprakları tek tek koparıp bulunduğumuz güne gelince Eylülün ve yılın bitmekte olduğunu fark ettim. Sonbahar hissi, hep sırtımda taşıdığım halde kendini birden bire belli eden ağır bir yük gibi bindi omuzlarıma. Sanki zaman, kopardığım takvim yapraklarıyla birlikte avucumdan hızla akıp geçmişti.


Sonbahar, her şeyiyle bir tükeniş hissi uyandırır bende (ve sanırım çoğu kişide). O güzelim güneşli havalar gitmiş; bulutların, yağmurun ve erken çöken karanlığın devri başlamıştır. Uykudan bir gecikmişlik ve pişmanlık duygusuyla uyanırım böyle günlerde. Yapamadıklarım, unutulmuş ya da son ana bırakılmış bir ödevin kâbusu gibi içimi tırmalar. Oysa çoğunun teslim tarihi geçmiştir çoktan. Öğrenemediğim diller, doğmamış çocuğum, kendi elimle inşa edemediğim evim, düzenleyemediğim bahçem, gezemediğim ülkeler ve bir türlü bitiremediğim kitabım… Her şeyi unutmak için gözlerimi sonuna kadar açarım; kapatırsam bilirim ki yine bunlar takılacak aklıma. Unutmaya, başka şeylerle ilgilenmeye çalışırım. 


O güne biraz daha yaklaştığımı hissetmenin hüznüyle geride bıraktığım zamanla önümde kalan tahmini süreyi kıyaslarım. Yarıyı biraz geçmişim, çok geç değil diye avunurum. Ama öyle bir yaş ki, saat öğleden sonra üç gibi; bazı şeyler için geç, bazıları için erken…


Otobüsteyim. İşe gidiyorum. Kafamdaki bin bir düşüncenin olanca dalgınlığıyla başımı cama dayamış dışarıyı seyrediyorum. Bu otobüse nasıl bindim onu bile hatırlamıyorum. Her şey rutin ve otomatik. Aynı otobüs, aynı yol, hemen hemen aynı yolcular. Her gün aynı duraklardan binip aynı yerlere giden insanlar; gündelikçi kadınlar, sekreter kızlar, alışveriş merkezlerinde çalışan delikanlılar. Dışarıyı seyretmekten de sıkıldım. Karşımdaki koltukta oturan yaşlı adam ve kucağındaki üç-dört yaşlarındaki çocuğa baktım. İlk dikkatimi çeken çocuğun kafasındaki ucuz orlon iplikten örülmüş büyük bere oldu. Hava sıcak sayılırdı, bu havada çocuğun kafasında o sıkıcı bere ne arıyordu? Sonra çocuğun bileğindeki sargı bezine takılı dreni fark ettim; sonra tenindeki aşırı solgun sarılığı; sonra kaşlarının dökülmüş olduğunu; herhalde dedesi olan adam başındaki bereyi çıkarınca da hiç saçının olmadığını…


Lösemi hastası olmalıydı; bilmiyorum, dış belirtileri bunun gibi olan başka bir hastalık var mı? Kırık bir hüzünle bakıyordu dünyaya; biraz da bıkkın ve yorgun. Bir hastanede görsem bu kadar yadırgamayabilirdim ama bulunduğumuz yerde etrafındaki sağlıklı insanlarla tuhaf bir tezat oluşturuyordu. O, o anda aramızda yaşı en küçük olandı. Ama yazgının anlaşılmaz ve insafsız kurası bu çocukcağıza çıkmıştı. Yaşıtları derin sabah uykularını uyurken o hastaneye yetişmek için uyandırılıp sarsıla sarsıla giden otobüse bindirilmişti. Oynayamadığı oyunları düşündüm bir an. Uyuyamadığı uykuları. Hastane odalarında geçecek günlerini. Sonucu belirsiz tedavisini. Hastalığı atlatma olasılığını…


Boğazım düğümlendi, gözlerim karıncalandı, durup dururken, hayatımda ilk defa gördüğüm bir çocuk için neredeyse ağlayacaktım. Ama kolay ağlayabilen biri değilim, en sevdiklerimin cenazelerinde bile... Belki benim tahmin ettiğim ölçüde vahim bir hastalığı da yoktu. Gözlerimi kaçırdım, dışarıyı seyretmeye koyuldum. Kırmızı ışıkta durmuş olan otobüsümüz ışığın yeşile dönmesini bekliyordu, tam hizamda kaldırımda yürüyen kıza baktım biraz. Takvim, Eylül, yazgı, hasta çocuk, yitirdiklerim ve daha bir sürü şey kafamda dönüp duruyordu.


Hiç karşılaşmamış olsam da mucizelere inanırım. Belki bin yılda bir, milyonda bir olsa da gerçekleşiyordur. Bazen içimde öyle bir güç olduğu hissine kapılırım. Otobüs ineceğim durağa yaklaştı. Kalktım. “Mucize” denen şey belki şu anda benim parmaklarımın ucundaydı. Kapıya doğru yönelirken, dedesinin kucağında, ara sıra ağrıdan sızlansa da olgun bir edayla uslu uslu oturan hastamızın küçük, saçsız başını usulca okşadım.

4 yorum:

  1. cok sevdim. bunu da. duygusal zenginligi fazla olan bir erkek olmaniz bir yana bunu yaziya dokmenizdeki ustaliga da bayildim. beyninize saglik diyeyim..

    YanıtlaSil
  2. "Yarıyı biraz geçmişim, çok geç değil diye avunurum. Ama öyle bir yaş ki, saat öğleden sonra üç gibi; bazı şeyler için geç, bazıları için erken…" insan kaç yaşında olursa olsun böyle hissediyor sanırım. 23 yaşımdayım ama bazı şeyler için geç, bazıları için erken. şimdi içinse çok tembel ve hevessizim

    Not: robot olmadığımızı kanıtlama kısmı çok kasıyor, elzem değilse kaldırmanız okuyucuları yorum yapmaya teşvik eder, yok yorum istemiyorum diyorsanız bu haliyle daha uygun :)

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Yorum için çok teşekkür ederim :)

      Doğrulama özelliğini ben eklemedim. Kaldırmak mümkün mü onu da bilmiyorum. Mümkünse kaldırırım. Yorum elbette istenir :)

      Sil
  3. fabrika ayarı o şekilde ancak kaldırabiliyorsunuz şu şekilde; ayarlar=> yayınlar ve yorumlar=> kelime doğrulamasını göster=> hayır :)

    rica ederim :)

    YanıtlaSil