Zaman, güzel bir yer bulduğuna karar verip öylece
durmuş sanki... Tavaya attığım patatesler yağ sıçratmadan uslu uslu kızarıyor;
hallerinden bir şikayetleri yok gibi. Radyoda ardı ardına güzel şarkılar çıkıyor;
belki de şu anda bana bütün şarkılar güzel geliyor. Sıcaklar etkisini yitirmiş,
hafif bir poyraz esiyor. Sokak sakin. Biraz
önce yaptığım telefon görüşmelerinde genellikle iyi haberler aldım. Buzdolabına
koyduğum biralar soğuyup kıvamını bulmuş.
Ufak mutluluklar; iyi hazırlanmış basit bir yemek, bir-iki
kutu bira, birkaç sigara, her zaman açık, kendi kendine konuşan bir televizyon,
sonuna kadar açılmış perdeler ve güneşli bir akşamüstü yeterli.
Şu anda birileri hasta yatıyordur. Birileri hasta
olduğunu bile henüz bilmiyor; içinde zamansız bir hevesle bölünmeye başlayan
hücreler varlığını bir şekilde belli edinceye kadar da bilemeyecek. Bir yerde
birileri birilerine pusu kuruyordur. Bir bombacı bombasının saatini ayarlamaya
çalışıyordur. Dünyaya adım atan bebekler aldığı ilk nefesin şaşkınlığıyla
çığlığı basarken birileri son nefesini vermektedir. Bir yerlerde bir düğün
hazırlığı vardır. Bir asker tezkere hesaplamakta, bir hükümlü duvara bir çentik
daha atmaktadır.
Benim için, şimdi, burada, her şey, şimdilik
yolunda... Geçmişten ve gelecekten kesilip ayrılmış kısacık bir an. Bazen böyle
olur. Hemen hemen herkes yaşamıştır benzer an ve duyguları... Hayatın mükemmelliğine
karar veririz bir anlığına; gelip geçici olduğunu, her an her şeyin tersine
dönebileceğini, az önce mükemmelliğine inandığımız hayata lanet okur hale
gelebileceğimizi biliriz ama şu anda iyiyizdir. Ama sadece bir virgül, kısacık bir mola, bir durak...
Ramazanın yine yaz mevsimine denk geldiği zamanlardaki
yıllardan birinde, misafir amcam, babam, annem ve kardeşlerimle mütevazı bir
sofraya oturmuş iftar saatini bekliyoruz. Tek katlı, iki odalı, avlulu,
duvarları kireç badanalı evimiz. Dışarıdan bakan için derme çatma bir
gecekondu; bizim içinse bir saray. Ağır ağır batan güneş ufku kırmızı bir
perdeye, yeryüzünü yumuşak ışıklı bir şölen yerine çevirirken, hafifçe esen
akşam rüzgârı annemin eski yağ ve peynir tenekelerinde çiçeklerin kokularını
tencerelerde servis edilmeyi bekleyen yemeklerin kokusuna karıştırıyor.
Serçeler çığlık çığlığa avludaki dut ağacının tepesinde dutları gagalıyor. Biz
çocuklar oruç tutmuyoruz ama kulağımız iftar topunun kaleden yükselecek
gümbürtüsüne kilitlenmiş. Bir an önce karnımızı doyurup sokağa oyuna koşmak
için sabırsızlanıyoruz çünkü…
Gözünü ve burnunu sofradaki yemeklere odaklamış
kedi de bekliyor. Birazdan onun da önüne her tabaktan birer lokma konacak.
Derken kaleden iftar topunun gümbürtüsü yükseliyor. Oruçlular “bismillah” deyip
bir bardak suyla oruçlarını açıyor.
Yemeğimizi alelacele yiyip sokağa fırlıyoruz.
Arkadaşlarımız da birer birer dışarı çıkıyor. Kimi dün gece televizyonda
izlediği diziyi anlatıyor, kimi Cüneyt Arkın’ın şehrin sinemalarında gösterilmeye
başlanmış yeni filminden bahsediyor. Sonra dengeli iki takım oluşturup kıran
kırana bir maça başlıyoruz.
Babam, amcam, o çiçekler, o kedi, o serçeler, o dut
ağacı, bu dünyadan birer birer göçüp gitti. Top oynadığımız o arsaların her
santimetresi birörnek beton binalarla doldu. O arkadaşların her biri dünyanın
bir yanına dağıldı.
Onları, o günleri ve daha yitip giden nicelerini
hatırladıkça, şu “hayat” denen, tebessüm kadar kırılgan, kuyrukluyıldız kadar
geçici, rüya kadar mantık dışı oyuna kızsam mı, hayıflansam mı, teşekkür mü
etsem bilmiyorum.
Neyse, şimdilik her şey yolunda. Hava biraz
serinlemiş; biralar kıvamında; patatesler kızardı. Belki birazdan kapı da
çalar...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder