20 Eylül 2011 Salı

Bir Avuç Zaman










Zaman, güzel bir yer bulduğuna karar verip öylece durmuş sanki... Tavaya attığım patatesler yağ sıçratmadan uslu uslu kızarıyor; hallerinden bir şikayetleri yok gibi. Radyoda ardı ardına güzel şarkılar çıkıyor; belki de şu anda bana bütün şarkılar güzel geliyor. Sıcaklar etkisini yitirmiş, hafif bir poyraz esiyor. Sokak sakin. Biraz önce yaptığım telefon görüşmelerinde genellikle iyi haberler aldım. Buzdolabına koyduğum biralar soğuyup kıvamını bulmuş.

Ufak mutluluklar; iyi hazırlanmış basit bir yemek, bir-iki kutu bira, birkaç sigara, her zaman açık, kendi kendine konuşan bir televizyon, sonuna kadar açılmış perdeler ve güneşli bir akşamüstü yeterli.

Şu anda birileri hasta yatıyordur. Birileri hasta olduğunu bile henüz bilmiyor; içinde zamansız bir hevesle bölünmeye başlayan hücreler varlığını bir şekilde belli edinceye kadar da bilemeyecek. Bir yerde birileri birilerine pusu kuruyordur. Bir bombacı bombasının saatini ayarlamaya çalışıyordur. Dünyaya adım atan bebekler aldığı ilk nefesin şaşkınlığıyla çığlığı basarken birileri son nefesini vermektedir. Bir yerlerde bir düğün hazırlığı vardır. Bir asker tezkere hesaplamakta, bir hükümlü duvara bir çentik daha atmaktadır.


Benim için, şimdi, burada, her şey, şimdilik yolunda... Geçmişten ve gelecekten kesilip ayrılmış kısacık bir an. Bazen böyle olur. Hemen hemen herkes yaşamıştır benzer an ve duyguları... Hayatın mükemmelliğine karar veririz bir anlığına; gelip geçici olduğunu, her an her şeyin tersine dönebileceğini, az önce mükemmelliğine inandığımız hayata lanet okur hale gelebileceğimizi biliriz ama şu anda iyiyizdir. Ama  sadece bir virgül, kısacık bir mola, bir durak...



Ramazanın yine yaz mevsimine denk geldiği zamanlardaki yıllardan birinde, misafir amcam, babam, annem ve kardeşlerimle mütevazı bir sofraya oturmuş iftar saatini bekliyoruz. Tek katlı, iki odalı, avlulu, duvarları kireç badanalı evimiz. Dışarıdan bakan için derme çatma bir gecekondu; bizim içinse bir saray. Ağır ağır batan güneş ufku kırmızı bir perdeye, yeryüzünü yumuşak ışıklı bir şölen yerine çevirirken, hafifçe esen akşam rüzgârı annemin eski yağ ve peynir tenekelerinde çiçeklerin kokularını tencerelerde servis edilmeyi bekleyen yemeklerin kokusuna karıştırıyor. Serçeler çığlık çığlığa avludaki dut ağacının tepesinde dutları gagalıyor. Biz çocuklar oruç tutmuyoruz ama kulağımız iftar topunun kaleden yükselecek gümbürtüsüne kilitlenmiş. Bir an önce karnımızı doyurup sokağa oyuna koşmak için sabırsızlanıyoruz çünkü… 


Gözünü ve burnunu sofradaki yemeklere odaklamış kedi de bekliyor. Birazdan onun da önüne her tabaktan birer lokma konacak. Derken kaleden iftar topunun gümbürtüsü yükseliyor. Oruçlular “bismillah” deyip bir bardak suyla oruçlarını açıyor.

Yemeğimizi alelacele yiyip sokağa fırlıyoruz. Arkadaşlarımız da birer birer dışarı çıkıyor. Kimi dün gece televizyonda izlediği diziyi anlatıyor, kimi Cüneyt Arkın’ın şehrin sinemalarında gösterilmeye başlanmış yeni filminden bahsediyor. Sonra dengeli iki takım oluşturup kıran kırana bir maça başlıyoruz.

Babam, amcam, o çiçekler, o kedi, o serçeler, o dut ağacı, bu dünyadan birer birer göçüp gitti. Top oynadığımız o arsaların her santimetresi birörnek beton binalarla doldu. O arkadaşların her biri dünyanın bir yanına dağıldı.

Onları, o günleri ve daha yitip giden nicelerini hatırladıkça, şu “hayat” denen, tebessüm kadar kırılgan, kuyrukluyıldız kadar geçici, rüya kadar mantık dışı oyuna kızsam mı, hayıflansam mı, teşekkür mü etsem bilmiyorum.

Neyse, şimdilik her şey yolunda. Hava biraz serinlemiş; biralar kıvamında; patatesler kızardı. Belki birazdan kapı da çalar...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder