25 Kasım 2011 Cuma

Kâğıt Gemi




Canı sıkılıyordu kadının. Bir kalem alıp kâğıda bir şeyler yazmaya başladı. Yazdıklarını beğenmedi, sildi. Bu defa şekiller çizmeye koyuldu. Geometrik şekiller; çizgiler, üçgenler, daireler. Karikatür eskizleri; çöp adamlar, fırça bıyıklar, patates burunlar. Bir süre sonra çizmekten de sıkıldı. Kâğıdı katlayıp bir gemi yaptı. Ona bir isim koydu: “Derin”. Baş tarafının iki yanına mavi kalemiyle yazdı o ismi. Birkaç gün yetecek erzak yükledi: bir adet çöp kraker, sıvı ihtiyacını karşılayacak iki damla gözyaşı... Masasını bir denizmiş gibi hayal edip gemisini arkasından iterek kolunun uzanabildiği yere dek yüzdürdü; sonra tam tersi istikamete, sonra yine tersine. Daldı. Geminin içindeydi şimdi. Engin denizlere açıldığını fark edemedi, geri dönmek için çok geç kalmıştı. Bildiği tüm limanlar çok uzaktaydı, çok uzak. Yetmezmiş gibi okyanusun tam ortasında şiddetli bir fırtınaya yakalandı. Her şey suydu, her taraf rüzgâr. Kâğıt gemi azgın dalgaların üzerinde bir havaya fırlıyor, bir düşüp suya gömülüyordu. Denize fırlamamak için bir yerlere tutunmaya çalışıyordu ancak her yer tek parça pürüzsüz ıslak bir kâğıttan ibaretti. Çok sert bir dalga gemiyi buruşturup biçimsiz bir topak haline getirdi. Topağın içinde kalmıştı. Şimdi kâğıttan bir koza halini almış gemisinin içinde kalan havayı son ve derin bir nefesle içine çekti. Kara gözleri kocaman büyümüştü. Ciğerinin yeniden dışarı attığı hava kozadan dışarı sızarken ufak kabarcıklar çıkardı ama çıldırmış suda hemen kayboldu. Kâğıttan koza savrulup duruyordu denizde; ıslak, soğuk, yapayalnız. Ama karnında bir canlı büyüyormuşçasına tuhaf bir şekilde heyecanlı…

Biri kapıyı üç kere tıklattı. İçeriden ses gelmeyince tekrar üç kere daha… Yine karşılık gelmemişti, “Esma Hanıım” diye seslenip kapıyı hafifçe araladı kapıdaki. İçeri baktı. Kadın, başını masaya koymuş yatıyordu. Masanın üzerine biraz anormal bir açıyla uzanmış sağ eli sımsıkı kapalıydı.

***

İnsanın boy ortalaması Doğuya gittikçe düşüyor; ya da tersine, Batıya gittikçe yükseliyor. Güneydoğudaki memleketine gittiği zaman ortadan uzun boylu biri oluyordu. Buraya geldiği zaman ortadan kısa... Daha Doğuya, Uzakdoğu’ya gittiğinde epey uzun boylu biri olarak saygı görüyordu. Kuzeybatıya, İskandinavya’ya gittiğinde ise bayaa kısa boylu biri olarak tuhaf kaçıyordu. O da bir daha ne Doğuya, ne Batıya, ne Kuzeye gitti. Hepsini boş verip Güneye, Pigme ülkesine gidip oraya yerleşti. Yüksek dallardaki meyveleri ona toplatıyorlar.

***

Bir akıl hastanesinde doktor hastalarını günlük kontrolden geçiriyordu. Hastaları sırayla odasına çağırıyor, onlarla konuşup gözlemlerini not alıyordu. Bir süre sonra yoruldu. Aynı sorular, tutarsız cevaplar birbirini izliyordu. Adın ne? “İsrafil”. Kaç yaşındasın? “Doksan dokuz.” Bugün ayın kaçı? “Otuz ikisi.” Babanı seviyor musun? “Sigara versene.” O günkü son hastasını muayene ettikten sonra doktor gömleğini çıkarıp ona giydirdi. Koltuğunu ve masasını işaret edip “buraya otur” dedi. Oturdu. “Sigara versene” dedi hasta tekrar. Doktor askıdaki bej renkli ceketinin cebinden bir paket çıkarıp masaya attı. “Çakmak da ver.” Ceplerinde çakmak arandı, bir iki yoklama sonunda buldu, onu da attı ilgisizce. Sonra başka kimseye görünmeden çıkıp gitti. Masaya kurulan hasta sigarasını yaktı, derin bir nefes çekti. Neredeyse sigaranın yarısı… Sonra tüm paketi peşi sıra… Ve uyuyakaldı koltuğunda. Ertesi gün muayene sırası gelen hastalara o baktı. Onlara sorular sorup önündeki deftere bir şeyler yazdı. Akşam olunca gömleğini çıkarıp askıya astı ve koğuşuna gitti. Ertesi gün muayenelerine devam etti. Birkaç gün sonra son hastasıyla konuşup defterine bir şeyler yazar gibi yaptıktan sonra gömleğini çıkarıp o hastaya giydirdi, masasını ve koltuğunu işaret edip, “buraya otur” dedi. Kapıyı sessizce çekip kayboldu.

***

Kadının canı çok sıkılıyordu. Başını iyice sola yatırıp dirseğinden masaya dayadığı koluna yaslamıştı. Koltuğunda sağa sola dönüp durdu. Kalktı, pencereyi açıp dışarı baktı. Her zamanki sıkıcı manzara… Yerine oturdu, bir kalem bir de kâğıt aldı. Bir şeyler yazdı, aslında sadece harfler. Hep M harfiyle başlardı yazmaya, onun dikey ve açılı kirişlerini severdi. Sonra S’ye geçerdi. S’nin kavislerini düzgün çizebilirse sevinirdi. S’ye geçmeden bütün çizdiklerinin üstünü karaladı. Boş kalan yerlere yıldızlar, çiçekler çizdi, sonra onları da sildi. Geometrik şekiller çizmeye başladı; birbiri içine geçen çemberler, elipsler, küme simgeleri, ideogram denemeleri, fraktaller, komik insan yüzleri, kirpiksiz gözler, dişsiz ağızlar, kulaksız kafalar... Sonra çizmekten de sıkıldı. Kâğıdı katlayıp uçak yaptı. Rastgele fırlattı. İyi katlanmamış kâğıt uçak kadının attığı yönün tersine gitti. Yolunu şaşırdı, açık pencereden süzülüp gitti. Yolda dalgın dalgın yürüyen bir adamın alnına çarpıp yere düştü. Kadın uçağının nereye gittiğini görmek içine pencereden dışarıya, adam kâğıt uçağı fırlatan o densizin kim olduğunu görmek için pencereye baktı. Göz göze geldiler. Biri “tıp” demiş gibi her şey bir süre durdu. Havada boşlukta salınan tozlar, iplerinde kururken hafifçe dalgalanan çamaşırlar, rüzgârın akıntısında yüzüp giden beyaz bulut kafilesi…