12 Kasım 2013 Salı

Asıl Sorun Gezi Sonrasında




Gezi Direnişi 11 yıllık AKP iktidarında bir dönüm noktası oldu. Bu dönüm noktası, sanıldığı gibi, Gezi Direnişi’ni doğuran alkol yasağı, Gezi Parkı’nın yerine kışla görünümlü AVM kondurulması girişimi, Gezi eylemcilerine karşı uygulanan şiddet gibi anti-demokratik politikalar değil AKP çevresinin Gezi’yi okuma biçimidir. Ne kadar tehlikeli bir zihniyetle karşı karşıya olduğumuzu anlamak için asıl bu çevrenin Gezi sonrası içine girdiği ruh haline bakmak lazım. Gezi eylemiyle bütün Türkiye’ye yayılan protesto gösterilerinde eylemcilere karşı sergilenen polis şiddeti bu toprakların alışıldık ceberrut devlet refleksidir. Bu tavrın en azından benim için hiç de şaşılacak yanı yok. AKP iktidarı boyunca da Gezi haricinde sayısız örneğine tanık olmuştuk.  

Hatırlanacağı gibi, AKP’nin resmî/gayrı resmî danışmanları ve maaşlı kalemşörleri direnişin yarattığı ilk şoku atlattıktan sonra Gezi’yi bir uluslararası darbe komplosu olarak lanse ettiler. Bu çevreden birkaç komplo teorisyenin ortaya attığı tez çok kullanışlı bir savunma aracı olarak AKP tarafından hemen sahiplenildi. Tabandaki insanların çoğu böyle planlı bir organizasyon olduğuna içtenlikle inandı, onların algılarını yönlendiren AKP yönetimi ve propaganda network’ü de kendileri inanmasa bile işe yaradığını görünce bu malzemeyi temel argüman haline getirdi. Gezi’yi “uluslararası komplo” olarak konumlandırınca AKP&Erdoğan da otomatikman “şeytani odakların ve bunların yerli işbirlikçilerinin kurbanı” pozisyonuna yerleşti. AKP ve çevresi Gezi’den günümüze dek Türkiye’de ve hatta Ortadoğu’da - dünyada olan biten her şeyi bu şablona göre okumaya başladı. Önceleri Gezi muhalefetini itibarsızlaştırma amacıyla kasıtlı olarak ortaya atılan bu zırva teoriyi AKPliler çok geçmeden gerçek bir olguymuş gibi kabul ettiler. Bu okuma o raddeye vardı ki tam da Gezi Direnişi sıcağında gerçekleşen Mısır’daki askeri darbenin bile aslında Türkiye’de Erdoğan’a karşı yapıldığına inandılar. (Mısır’da darbecilerin öldürdüğü Mursi yanlılarının intikamının Gezi destekçilerinden alınması gerektiği yönünde tweetler okumuştum)

Seçmeninden başbakanına, ücretli propagandacısından Twitter trolüne kadar AKP çevresi için Gezi “Komplosu” fizikteki “her şeyin teorisi” haline geldi. Faizler mi yükseldi, Gezi’nin arkasındaki Faiz Lobisi’nin işiydi; Türk lirası değer mi yitirdi, arkasında Gezici finans çevreleri vardı; Barış süreci tıkanma sinyalleri mi veriyor, Gezici darbeciler barışı dinamitleyerek hükümeti zor durumda bırakmak istiyordu; Türkiye olimpiyatları alamadı mı, sebebi Gezicilerin ve yabancı işbirlikçilerinin komplosuydu; İstanbul’da trafik mi kilitlendi, sebebi Gezicilerin araçlarıyla kasıtlı olarak kaza yapıp trafiği tıkamalarıydı, Marmaray’da aceleye getirilmiş açılış yüzünden teknik aksaklıklar mı baş gösterdi, trenleri Geziciler bozuyordu, etc etc etc…

İşte karşı karşıya olduğumuz asıl büyük sorun  bu… AKP ve çevresi gün geçtikçe bu komplocu bakışı içselleştirip kendisi dışındaki herkesi “komplocu hain düşman” diye lanse ederek her türlü muhalefeti şeytanlaştırıyor, böylelikle politika zeminini yok ediyor. Şöyle son altı ayda ülke gündemine gelen geçenleri bir hatırlarsak, Gezi Komplosu teorisi ortaya atıldığından bu yana hemen hemen hiçbir sorunu içerik boyutuyla tartışmadık. Konu hemen “X olayı Gezici komplosu mu değil mi?” noktasına getirildi ve bunu tartışmaya koyulduk. Bu şekilde hem sorunların özü gözden kaçırıldı hem de üzerinde sorun çözme görevi olan Hükümet bu sorumluluğundan sıyrıldı. Bununla da kalmadı; suç ve sorumluluk, komploculukla itham edilen sorunların mağduru durumundaki muhalefete yüklendi (İstanbul trafiğinde çile çeken Gezi taraftarı bir muhalifi gözünüzün önüne getirin). Gezi’den bu yana neredeyse her türlü muhalefet, hatta trafik sorununda olduğu gibi AKPli yerel yönetimlerin veya hükümetin çuvallamaları bile komplo teorileriyle açıklanmaya başladı.

Bununla eşzamanlı olarak, Tanrı tarafından Türkiye’ye bir lütuf olarak bahşedilmiş ancak uluslararası şeytani güç odaklarının hedefi durumundaki, hatadan münezzeh bir lider (Erdoğan) miti oluşturuldu. Bu mit inşası Gezi süreci öncesinde başlamıştı ancak Gezi’yle birlikte elle tutulur gözle görülür hale geldi. “Dünya lideri”, “Dik dur eğilme, bu millet seninle” gibi sloganlarla kültleştirilen Erdoğan’a yönelen her eleştiri suç olarak görülmeye başladı. İktidar yandaşı kalemşörler bunu öylesine bir imanla benimsediler ki içlerinden biri, açıklamaları Erdoğan tarafından sürekli tekzip edilip aşağılanan “Hükümet Sözcüsü” Bülent Arınç’ın bu aşağılamaya isyanını bile “darbecilik” olarak niteledi. Bir politik lideri böyle bir konuma yerleştirdiğiniz zaman da onun her sözünde bir hikmet, her işinde bir hayır, bunlara itiraz edilmesinde de komplo görmeniz doğal hale gelir. Yaşadığımız da aynen bu.

İktidar ve yandaşları farkında mı bilmem ama böyle davranarak politika yapma, konuşma, tartışma zeminini tamamen ortadan kaldırıyorlar. Artık mevcut sorunlara eklenmiş ve onların da en üstüne çıkmış en büyük sorunumuz budur. Bu hükümetin ve başbakanın bu ülkeye ilahi bir lütuf olarak gönderildiğine, o ilahi misyonun tamamlanması için onun hep iktidarda kalmasına ve ona yönelen her itirazın darbe amaçlı şeytani bir komplo olduğuna iman etmiş insanlar o muhalefeti engellemek için her şeyi yapabilirler. Gezi sürecinde bunun örneklerine tanık olduk. Gezi’ye ucundan kenarından destek vermiş ya da hükümetin yanında konumlanmamış herkes bugün işini/gelirini, yazı yazdığı köşesini kaybetme ve itibarsızlaştırılma tehdidiyle karşı karşıya. Merkez medya susturulmuş, muhalefet fiilen parlamentoya hapsedilmiş, parlamento da bir kişinin kendinden menkul kararları doğrultusunda onay merci haline getirilmiş durumda. Tam da bu boşluktan dolayı patlayan parlamento dışı muhalefet ise yukarıda sözünü ettiğim komplo yaftasıyla şeytanlaştırılıp şiddetle bastırılıyor.

Bir hükümeti ve lideri tanrısal bir misyonla görevlendirilmiş, hep iktidarda kalması gereken bir güç, ona yönelen her muhalefeti de “darbe tertibi”, “uluslararası komplo” olarak gören bir zihniyetin herhangi bir otoriter rejim zihniyetinden pratikte hiçbir farkı yoktur. Bu komplocu bakış, bu “Türkiye AKP’ye ve Erdoğan’a mecbur” algısı var olan biçimsel demokrasiyi ortadan kaldırmak da dahil her türlü sonuca kapı aralar. İstikamet de oraya doğru…



14 Eylül 2013 Cumartesi

Unutma Mevsimi


Giderken çöpü çıkarsana, kova ağzına kadar dolmuş dedi annem, oturduğumuz iki katlı köhne apartmanın kapıcısı falan yoktu, geç kaldım şimdi yarın atarım anne dedim, yarın da unutursun unutma da bari yarın at dedi, bugünlerde her şeyi unutuyorsun sen, evet unutuyorum anne, ne çabuk başladı sende de unutkanlık daha yaşın kaç dedi annem, biraz oldu anne dedim, epey büyüdüm sayılır artık ben de, evde şeker bitti diye kaç defa söyledim onu almayı da unutmuşsun yine dedi, haklısın onu da unuttum anne dedim, akşam markete uğrar eksikleri alırım, dur telefonun alarmını eve dönüş saatine ayarlayayım çalsın da hatırlarım o zaman dedim, biz eskiden bir şeyi hatırlamak için parmağımıza ip dolardık dedi annem, o günlere ben de yetiştim anne, bilirim ama o zaman da çoğu defa o ipi niçin doladığımı unuturdum dedim, oğlum sevdalı mısın nesin sen, ne olacak bu halin dedi annem, baktım bu konuşma böyle uzayıp gidecek, tamam tamam deyip kestim.

Bunları konuşurken bir yandan da giyiniyordum, mavi beyaz puanlı kravatımı aradım bulamadım, canım sıkıldı, mavi kravatımı nereye koydum acaba sen gördün mü hiç diye sordum anneme, nerden bileyim, görmedim ben dedi annem, hep kravat askısına asardım ama yerinde yok dedim, ne bileyim oğlum iyi bak oralara dedi annem, bir kravat nereye konabilirdi ki, kendime de kravata da kızdım, başka ve hiç de giydiğim gömleğe uymayan bir tanesini taktım mecburen, anne akşam biraz işim var geç geleceğim dedim, yine ne işiymiş bu hani alışveriş yapacaktın dedi annem, bir toplantıya katılacağım eksikleri yarın alırım anne dedim, yine unutursun sen dedi, unutursam sen hatırlat anne dedim, benim aklım seninkinden sağlam mı sanki dedi annem, hem ben uyurum sen gelinceye kadar dedi, uykun gelirse uyu da ben yokum diye yemeğini sakın ihmal etme anne dedim, hem zaten biliyorum ben gelmeden uyuyamazsın sen dedim, canım bir şey yemek istemiyor, bazen de yemeyi unutuyorum dedi, bak sen de unutuyorsun işte diyecektim, vazgeçtim.

Ayakkabımı bağlarken eğilmekte zorlandığımı hissettim, anlaşılan bu kış biraz daha kilo almıştım, orta yaşı geçen adamların neden hep bağcıksız ayakkabıları tercih ettiğini anlar gibi oldum, aman oğlum yediklerine dikkat et, spor yap, göbeği salma, bağcıksız ayakkabılara mahkum olacaksın sen de bu gidişle dedim kendime, hiç olmazsa akşamları evde biraz mekik çekeyim de vücut esnekliğini kaybetmesin diye de ekledim, sözümde duramayacağımı da biliyordum ama. 

Neyse ayakkabıyı da bağladım, saçımı şöyle bir sağdan bir soldan arkaya doğru sıvazladım, sanki çok saçım varmış gibi, buna da şükür, iyi ki tamamen dökülmedi dedim, hem perçem tarafından dökülmeyişi de artı bir avantaj diye düşünerek iyice teselli ettim kendimi.

Ben çıkıyorum anne dedim, ekmek falan var mıydı evde, var biraz yeter bana zaten yediğim ne ki, tek başına yemek de yiyemiyor insan dedi annem, alıp geleyim mi bir tane dedim, yok yok yeter bana dedi, bıkmadın bu yalnızlıktan dedi birden bire, şimdi senin boyunda çocukların olmalıydı senin dedi, neyse anne gecikiyorum, sonra konuşuruz bunları dedim, hep sonra hep sonra, zaten her şeyi sonraya bıraktın, yaşıtların torun sahibi olacak, neyi bekliyorsun anlamadım dedi annem, anne gecikiyorum ekmek istiyor musun istemiyor musun dedim, istemiyorum ekmek mekmek, ben torunlarım olsun istiyorum dedi annem, yok mu anne maaşallah bir dolu torunun var öbür çocuklarından dedim, onlar başka seninki başka dedi, olur anne benden de olur Allah ömür verirse inşallah dedim, Allah ömür vermiş vermesine de sen kullanmayı bilmedin dedi annem, haklısın anne ne diyeyim, kullanmayı bilemedim ömrümü dedim, öyle deme yavrum ben onu demek istemedim dedi annem, üzülmüştü, pişman oldu dediğine, az biraz durakladım, düşündüm sonra ben çıkıyorum anne dedim, çıktım.

Bir taksi çevirdim, tam binecekken cebimi yoklamayı akıl ettim, korktuğum başıma geldi, cüzdanımı evde unutmuştum, bir de çantaya bakayım belki dalgınlıkla oraya atmışımdır dedim, ama çantada da yoktu, cüzdan yoktu ama elbise dolabında aradığım mavi kravatım çantadaydı, içimden güldüm, yav bu nasıl girmiş buraya dedim kendi kendime, özür dilerim dedim şoföre, eve dönmem gerek, cüzdanımı unutmuşum, sorun diil beyefendi dedi, isterseniz binin, eve kadar gidelim cüzdanınızı alır gelirsiniz dedi, çok teşekkür ederim, aslında olabilirdi ama şimdi hatırladım evde ufak bir işim de vardı dedim, peki dedi, gaza bastı gitti adam, fırının önünden geçerken ekmeği hatırladım, neyse ki ceketimin cebinde bir miktar bozuk para varmış, bir ekmek alayım dedim, benim o yönde bir talebim olmamasına rağmen tezgâhtaki soğuk ekmeklerden değil, fırından yeni çıkan sıcak ekmeklerden birini seçip verdi fırıncı, torbaya yapışmasın diye de bir kâğıda sardı, susamlı ekmek akşamları mı çıkıyor sadece dedim, laf olsun diye, evet abi onun hamuru ayrı dedi, güzel yapıyorsunuz onu, elinize sağlık dedim, sağol abi dedi adam, sevinmişti, arzu ederseniz ayırayım size kaç tane isterseniz dedi, sağolun, bugün geç döneceğim, yetişemem zaten dedim.

Zili çalmadım kapıyı anahtarımla açtım, birden beni karşısında görünce şaşırdı annem, kulakları ağır işittiğinden bazen kapının tıkırtısını duymazdı, suç üstü yakalanmış gibi alelacele gözlerini silmeye başladı, ağladın mı sen anne dedim, yok ne ağlaması, gözüme kirpiğim kaçtı herhal dedi annem, ağlamışsın işte anne o kirpik kaçması falan değil, hem iki gözüne birden mi kaçtı dedim, yok yok ağlamadım dedi, hem niye geri geldin sen ne oldu dedi, bu defa da cüzdanımı unutmuşum anne dedim, endişeli bir sesle, oğlum aklına mukayyet ol sen de biraz, ne bu böyle, bir doktora falan git dedi, lafa tuttun beni o yüzden unuttum anne, doktorluk bir şey yok dedim, ekmeği gösterdim, bak ekmek aldım sıcacık hadi kalk da kahvaltı yapalım dedim, gözleri parladı birden, sen işe geç kalmadın mı dedi annem, bugün de geç gideyim bir şey olmaz dedim, iyi tamam ben hemen çayı koyayım dedi annem, sen bi yüzünü falan yıka ben koyarım çayı dedim, sabah namazı için abdest aldıydım ama uyumuşum dedi, başörtüsünün ucuyla gözlerini bir kez daha silip heyecanla kalktı.

Ceketimi çıkardım, bir sandalyenin arkalığına emaneten asıp mutfağa geçtim, tüh, içme suyu damacanın dibinde azıcık kalmış, neyse ki bir çaylık kadar çıktı, ulan içme suyu da bitmiş, bu ne be evle bütün ilişkimi koparmışım ben dedim, çaydanlığı ocağa yerleştirip demliğe bir kaşık çay attım, su kaynayıncaya kadar ıslanıp açılsın diye azıcık da su koydum, yumurta haşladım, soydum tabaklara dilimledim, üzerine biraz pul biber ektim, biraz zeytinyağı gezdirip az bir şey de limon sıktım, bir domates dilimledim, tahinli pekmez ve yeşil salamura zeytin de çıkardım.

Bir türlü alışamadığı takma dişleriyle lokmaları ağır ağır çiğnerken, şu domatesleri bu kadar iri doğrama n'olur, zaten dişim kesmiyor, nasıl diş yaptı bu adam da kör pıçak gibi dedi annem, valla kusura bakma anne biraz aceleye mi getirdim ne dedim, çayından irice bir yudum çekip onun yardımıyla yutmaya çalıştı iyi çiğneyemediği lokmasını, öyle demek istemedim dedi sonra birden annem, neyi öyle demek istemedin anne domatesi mi dedim, yok yok, hani biraz önce Allah ömür vermiş de sen kullanmayı bilmedin dedim ya onu dedi, amaan anne ona mı ağladın sen de şimdi ben o lafı çoktan unuttum bile dedim, sevindi, tamam onu unutman iyi ama her şeyi de unutma oğlum dedi annem, peki cüzdanı evde unutmam iyi mi oldu kötü mü oldu şimdi sence dedim, gözlerime baktı, güldü, sahiden bazı şeyleri unutmak da iyi mi oluyor ne dedi annem, güldük.

Yemeği hızlı yerim, çabucak bitirip kalktım, sofrayı toparlama işini de ona bırakıp ceketimi tekrar giydim, cüzdanımı, telefonumu, anahtarımı yanıma aldım mı diye kontrol ettim, hatta gözümdeki gözlüğümü de, çünkü onu da unuttuğum oluyordu bazen, hatta bazen de unuttuğumu sanıp aramaya başlıyor ve bulamıyordum da elimi gözüme attığımda zaten yerinde olduğunu fark ediyordum, öğününü geçirme, yemeklerini vaktinde ye, ilaçlarını da yut tamam mı dedim anneme, tamam tamam yerim, sen yine de geç kalma akşam dedi annem… 

27 Haziran 2013 Perşembe

Acı Kaybımız


Gezi Parkı Direnişi hepimizi hazırlıksız yakaladı. Gezi Parkı’nın yıkılıp yerine “tarihi” Topçu Kışlası replikası yapılmasına karşı çıkan ve bunun için yaklaşık bir buçuk-  iki yıldır mücadele eden Taksim Platformu da, 27 Mayıs sabahı onlara müdahale eden polis ve emri veren Başbakan da, bugün Direnişin yanında ya da karşısında yer alanlar da işlerin bu noktaya geleceğini asla tahmin edemezdi. Neticede bu eylem, gücü ve etkisi sınırlı bir çevreci grubun Gezi Parkı’nın park olarak kalması için verdiği mücadeleden başka bir şey değildi. Görünüşte de öyleydi, gerçekte de… Başka bir zaman olsa muhtemelen bugüne kadar da öyle kalır, hatta birkaç gün konuşulduktan sonra gündemin gürültüsü içinde kaynayıp giderdi. Ancak ilk müdahaleyle hemen hemen aynı günlere denk gelen iki gelişme Gezi Parkı Direnişini basit bir kent&çevre duyarlılığı eyleminden toplumsal ayaklanmaya dönüştürdü.

Bunlardan biri, içki satışı ve kullanımına çeşitli kısıtlamalar getiren düzenleme, diğeri ise İstanbul Boğazı’na yapılacak üçüncü köprüye “Yavuz Sultan Selim” adının verilmesiydi. İçki kısıtlaması düzenlemesinin kendisinden ziyade Başbakanın “iki sarhoşun çıkardığı kanunlara uyuyorsunuz da dinin emrettiği şeye niye karşı çıkıyorsunuz?” sözleriyle dile getirdiği gerekçesi uyumakta olan derin bir toplumsal fay hattını harekete geçirdi. Bu fay hattı, ta Refah Partisi’nin 1994 yerel seçimlerinde kazandığı zafer günlerinde laik kesimde oluşan “bunlar yaşam tarzımıza müdahale edecek, ülkeyi teokratik bir rejime sürükleyecek” endişesiydi. Bu kesimde bu endişe hep vardı; ancak buna inananlar bile Refah Partisi ve ardılı olan AKP’nin istese bile bunu yapacak gücünün olmadığını biliyordu; doğrusu AKP de bu endişeleri haklı çıkaracak icraatlardan uzak durmaya çalışıyordu. Erdoğan’ın içki kısıtlamasını savunma gerekçesi sözünü ettiğimiz kesimin endişelerini güçlendiren en somut kanıt oldu. Çünkü artık Erdoğan, elinde sınırlı yetkileri olan bir belediye başkanı, askeri vesayet altında bir başbakan, her an kapatılma tehdidiyle yüz yüze, rejimin üvey evladı bir partinin lideri değil, bütün erki elinde toplamış bir muktedirdi. Elindeki iktidarla istediği şeyi hayata geçirebileceğini kanıtlamış, açığa vurduğu niyetiyle de yapmak istediği şeylerin pek hayra alamet olmadığını göstermişti. Bu vaziyet o ana kadar “endişeli modernler”e alay ve istihzayla yaklaşan benim gibi birçok kişiyi de endişeye sürükledi.

Üçüncü köprüye Yavuz Sultan Selim adının verilmesi ise Alevi-Sünni fay hattını harekete geçirdi. Alevi kesiminde Yavuz adının nasıl bir çağrışımı olduğunu bilen bilir. Kısaca belirtmek gerekirse, Aleviler Yavuz'u döneminde 50 bin Anadolu Alevisini öldüren padişah olarak bilirler. Köprüye Yavuz adını uygun görenlerin niyeti ne olursa olsun, Aleviler bunu kendilerine karşı yeni bir ayrımcılık, yeni bir yok sayma, yeni bir meydan okuma olarak algıladı ve sokağa döküldüler. Örneğin, Gazi Mahallesi’nde, Hatay’da, Adana’da günlerce süren protesto ve direniş eylemlerinin asıl tetikleyici sebebi Gezi Parkı’ndaki ağaçlardan ziyade “Yavuz” meselesiydi. 

Başbakan, icraatları ve sözleriyle, bilerek ya da bilmeyerek toplumun en tehlikeli gerilim alanlarını harekete geçirmişti. İşte Gezi Direnişi böyle bir momente denk geldi ve direnişçilerin de onların düşmanlarının da asla öngöremeyeceği bir boyut kazandı. Bir yandan Başbakanın Gezi direnişiyle ilgili ilk günden itibaren ettiği sözler, bir yandan protestoculara uygulanan polis şiddeti ateşi harlayan birer körük işlevi gördü; insanları öfkelendirdi, tepkinin boyutunu ve şiddetini daha da arttırdı. Böylece, normalde bir park evreninde olup bitecek bir olay, iktidarın nobranlığı ve kışkırtması sonucu toplumsal bir ayaklanmaya dönüştü.

Durum böyleyken, toplumsal tepkinin sebepleri ve dinamikleri ayan beyan ortadayken Başbakan ve çevresi direnişi önce “üç beş çapulcu”nun marifeti olarak yaftalayıp küçümsedi; o “üç beş çapulcu”yu bastırmakta başarısız olunca da bu defa “faiz lobisi”, “uluslar arası komplo”, “dış mihrak” öcülerine sarıldı. Bu çok tanıdık bir tepkiydi. Başbakan, yenilgiye uğrattığı eski statükocuların dilini benimsemişti.

Başbakanı biraz tanıyan herkes onun bu kötücül potansiyele sahip olduğunu bilir. Burada beni asıl şaşırtan, hayal kırıklığına uğratan, entelektüel namusuna ve vicdanına güvendiğim, Gezi süreci öncesi çok konuda hemfikir olduğum bir kısım yazar, gazeteci ve akademisyenin ve bunların daha ünsüz benzerlerinin Gezi Direnişi’ne karşı tavrı oldu. Taraf gazetesinden ayrılan grup başta olmak üzere, iktidara yakın çeşitli gazetelerde yazan ve genellikle “liberal”, “özgürlükçü solcu”, “muhafazakâr demokrat” kimlikleriyle tanınan bu kişiler bir anda vicdan sahibi özgür birer beyinden, korkularının, komplo teorilerinin kördüğümünde eli ayağı dolaşmış zavallı birer iktidar apolojisti haline geldiler. Gözümüzün önünde günden güne Yalçın Küçük’ün, Banu Avar’ın, Ergün Poyraz’ın karşı kutuptaki taklitlerine dönüştüler.

Gezi Direnişi’ne en hazırlıksız yakalananlar bunlar oldu. İlk günlerde herkes gibi onlar da ne olup bittiğini anlayamadılar. Eylemde ilk dikkatlerini çeken şey solcu, sosyalist, ulusalcı sanatçı ve aktörlerin Gezi Direnişi’ne destek vermesi oldu. Gezi’ye ilk tepkileri de Memet Ali Alabora gibi isimleri karikatürleştirip dalga geçme şeklindeydi. Eylemler yukarıda bahsi edilen diğer iki faktörün etkisiyle yaygınlaşıp kitleselleştikçe bu defa direnişin bileşenlerine odaklandılar. Her biri kendi hesabıyla direnişe katılan veya daha doğru bir tanımla “yamanan” CHP, İP-TGB gibi partilerin ve devrimci fraksiyonların flamaları Taksim’de görününce asıl aradıkları “marker” de ortaya çıkmış oldu. Haklılık hissiyle derin bir nefes alıp “tarafsız” pozisyonlarının doğruluğuna emin oldular. İlk savunma hattını da Gezi direnişinin bileşenlerine bakıp “bunlar ulusalcı darbeciler; bunlar arkaik, şiddet bağımlısı devrimciler; bunlardan iyi bir şey sadır olmaz” teziyle bu noktada oluşturdular. Ne de olsa kendileri ne devrimci ne ulusalcıydılar; onların yer aldığı bir eyleme destek vermemelerinden doğal ne olabilirdi? 

İlerleyen günlerde yaygınlaşan, “Tayyip İstifa” sloganı ve 28 Şubat’ın ışık açıp kapama eylemini hatırlatan tencere-tava eylemleri, bu kişilerin direnişe karşı yeni bir savunma hattı inşa etmelerine yardımcı oldu. Gezi direnişinin arkasında darbe tertibi vardı! Asıl amaç da Tayyip Erdoğan’ın şahsında demokrasiyi yok etmekti! Dolayısıyla, direnişe direnmek darbeye direnmekti! (Bkz. Yıldıray Oğur: “Diren Demokrasi”) Artık direnişe açıkça tavır almak namuslarına halel getirmezdi! Nasılsa ortada darbe tehlikesi falan yokken, “darbe karşıtlığı” gibi risksiz bir pozisyonla elini sıcak sudan soğuk suya sokmadan üstün bir konumda kalma lüksü vardı.

Direniş uzayıp yaygınlaştıkça “tarafsız” duruş kiminde utangaç bir direniş karşıtlığına, kiminde pervasız bir iktidar savunuculuğuna dönüştü. Bu dönüşüm de “üç beş çapulcu” küçümsemesinin yerini “faiz lobisi”, “OTPOR”, “dış mihrak” öcülerinin almasıyla birlikte gerçekleşti. Direniş uzayıp boyutlandı ama buna karşı darbe girişimine dair de herhangi bir emare belirmedi. Darbe tezi de inandırıcılığını kaybetti. Böylece “direnişe karşı direniş” barikatına daha sağlam, daha kullanışlı malzemeler lazım oldu. Çoğu Yiğit Bulut gibileri kadar kayışı koparmadıkları için “telekinetik suikast” tezlerini pek telaffuz etmediler ama komplo teorilerinin komplo teorisi gibi görünmeyen daha inceltilmiş, daha akla yatkın versiyonlarına yöneldiler. Örneğin, birden bire Gezi direnişinin aslında Kürt sorunu çözüm sürecini, barışı hedeflediğini “keşfettiler”. Bu anlamda hiçbir kanıt sunamamalarına, çözüm sürecinde İmralı heyetinde yer alan BDPli Sırrı Süreyya Önder’in Gezi direnişinin fitilini ateşleyen isim olmasına, Gezi Parkı işgaline bireysel olarak BDPlilerin de destek vermesine rağmen âlemi kör herkesi sersem yerine koyup bu tezi seslendirmeye başladılar. Bu da görünüşte tıpkı darbe karşıtlığı gibi ahlâklı bir duruştu! Yalnız ufak bir kusuru vardı: Direnişçiler arasında Kürt barışını dinamitlemek isteyen pek kimse görünmüyordu!…Tek tük öylesi şaşkınlar çıksa bile onlara ilk tepki yine direniş içinden geliyordu.

Gezi direnişi bu kesimin elinde adeta istedikleri zaman istedikleri şekli verebildikleri bir oyun hamuru olmuştu. “Ulusalcı ünlülerin gösteri alanı”, “darbe tertibi”, “demokrasiyi ve seçilmiş başbakanı yeme girişimi” ve son olarak “barış sürecine sabotaj”! Başlangıçta Gezi Parkı eylemindeki bazı göstergelere bakarak koydukları hatalı teşhis onları her adımda daha büyük bir hata yapmaya zorladı ve giderek ahlaki bir çıkmazın içine girdiler. Direnişin kötülüğünü ve kendi pozisyonlarının haklılığını kanıtlama adına pespaye birer yalancı, arsız birer iktidar borazanı haline geldiler. İktidarın dayatmacı anti-demokratik politikalarını, polis şiddetini, yok yere ölen, sakatlanan, yaralanan insanları görmezden gelip bir de sözüm ona demokrasi ve barış savunucusu pozu edindiler. Bunlara göre, Gezi direnişinin ana gövdesini oluşturan partisiz gençler, sol örgütler, çevreciler, demokratlar, “Yavuz” hoyratlığına itiraz eden Aleviler, yaşam tarzı özgürlüğünü savunmaktan başka arayışı olmayan “modern” kentliler vs işi gücü bırakıp demokrasiyi ortadan kaldırmak ve barışı sabote etmek için ölümü göze alarak direnişe geçmişti!

Kendilerini öyle sıkıntılı bir pozisyona hapsettiler ki böylesi iler tutar yanı olmayan akıl dışı tezleri bile savunmak zorunda kaldılar. Örneğin bunlardan biri, “Gezi’de komplo yok diyorlar; komplo yok demeleri komplo olduğunun kanıtıdır” gibi kargaları güldürecek bir şeyi dahi söyleyebildi. İş öyle bir noktaya geldi ki artık bu insanlarla Gezi Direnişi’ni akıl mantık ve terbiye sınırları içinde tartışma imkânı kalmadı.

Gezi Direnişi’nin sayısız toplumsal, politik sonucu oldu; daha da olacak. Benim için en acı sonuçlarından biri, daha bir ay öncesine kadar her konuda anlaşamasak da fikren, vicdanen kendime yakın bildiğim bu insanların böylesi bir noktaya savrulmaları oldu. Direniş, koca bir entelektüel mahalleyi de ıskartaya çıkarıp tarihin hurdalığına attı. En azından benim nazarımda...