Fazla acıkmamıştım ama hafiften midem kazınıyordu;
hafif, sıcak bir şeyler atıştırayım dedim. Büyükparmakkapı Sokağı’nda,
Beyoğlu'na yolum düştüğünde gittiğim lokantaya girip bir kâse süzme mercimek çorbası
içtim. İyi gelmişti; Ahmet Rasim’in dediği gibi “kana kuvvet, göze fer, batna
cila”ydı mübarek! Kalktım; bir porsiyon çorba için hesabı masaya istemeye
utandım, kasada kendim ödeyeyim dedim. Adisyon fişini kasiyere uzattım; “iki
buçuk lira” dedi. Cebimde epey bozukluk vardı. Üç lira çıkarıp kasa bankosunun üstündeki tabağa bıraktım. Adam parayı alıp üstünü verecekti ki, tam o anda
telefonu çaldı. Normalde öyle durumlarda müşteri paranın üstünü beklemeden
bırakıp gider. Ben de öyle yapacaktım. Ama bir kere adam elli kuruşu vermek
üzere elini kasaya uzatmıştı. Onun o hareketi yapması benim de gitmemi
engellemişti. O kadar basit ve kısa bir hareketti ki, artan elli kuruşu almam
için kasanın önünde bir-iki saniye duraksamamda başlangıçta hiç de anormal bir durum yoktu. Zaten o sürede paranın üstünü beklemekten ziyade öylesine
oyalanıyordum, kürdan falan arandım.
Lokantalarda hesap ödeyen müşterilerle kasadaki kişi arasında günde onlarca defa tekrarlanan bir sahnedir
bu. Müşteri parasının üstünü beklerken garsonun tuttuğu ucuz kolonyayı sürer;
çanta taşıyorsa onu omzuna yerleştirir; duvarlarda lokantanın tanıdık
gazeteci-gurme torpiliyle yapılmış tanıtım haberlerinin çerçevelendiği
tablolara bakar; bahşiş verip vermeyeceğini kararlaştırır; o sırada kasiyer
otomatiğe bağlanmış parmak hareketleriyle para üstünü denkleştirip önündeki bu
iş için hazırlanmış kaba bırakır; müşteri o parayı alır, içinden gelmişse bir
miktar bahşiş bırakıp çıkar. Bütün bunlar birkaç saniye içinde olur biter.
Benimki de öyle olacaktı. Ancak telefon
görüşmesi uzadıkça uzadı. Kasadaki adamın cevaplarından birinin yemek siparişi
verdiği anlaşılıyordu. Sınıfta tek ayak üstünde bekleme cezası alan öğrenci
gibi kasanın önünde dikilip kalmıştım. Ne gidebiliyor, ne de durduğum yerde
rahat edebiliyordum. O parayı bahşiş olarak bırakabilirdim. Ama niçin
bırakacaktım? Altı üstü bir kâse çorba içmiştim. İşyeri ya da garson bunun için
bana ek bir hizmet sunmamıştı. Sıradan, standart bir servis; çorbamı masaya
bırakıp gitmiş, bi “afiyet olsun” bile dememişti. Hesabı masaya istememiştim.
Ayrıca, bahşişte zımni bir “yüzde on” oranı kuralı vardır. Kalan para miktarı
bu kurala da uymuyordu. Hepsinden önemlisi, para üstünü öylece bırakırsam
kasiyerin onu alıp benim adıma garsonların bahşiş kutusuna atacağını nerden
bilecektim? O kısacık kararsızlık anında bütün bunlar zihnimden şimşek hızıyla
akıp geçti.
Ben o sürede bu kadar ayrıntıyı
yorumlayıp gerekli etik çıkarımları da yaptım ama kasadaki adamın telefon
görüşmesi bir türlü bitmedi. Telefonun öte ucundakine yemek çeşitlerini saydı,
porsiyonların büyüklüğünü tarif etmeye çalıştı, adres aldı. Bunları konuşması
benim paramın üstünü vermesine engel değildi. Küçücük bir parmak hareketi
yeterliydi. Ama o hareketi bir türlü yapmıyordu. Hiç beklemeden, parayı bırakır
bırakmaz gitmiş olsam kalan paranın ne olacağını aslında pek umursamazdım. Adam
para üstünü vermek üzere ilk hareketi yapmış olmasa zaten hiç beklemezdim. Ama
bir kere süreci başlatmıştık, yarıda bırakmak kötü bir yenilgi olurdu!
Orada öylece kalakalmıştım. Ayaklarımın
biri yürümek istiyor, ötekiyse oraya bağlanmış gibi kıpırdamıyordu. Hiç beklemeden
çıksam bir jest yapmış olacaktım ama beklemekle o fırsatı kaçırmıştım. O kadar
bekledikten sonra gitsem hem bıraktığım paranın bir önemi kalmayacak hem de
niye bıraktım diye kendime kızacaktım. Sonradan kendimle kavga etmektense
utanmayı göze alıp bekledim.
Ama kendime de kahrettim. Ne diye bozuk
para vermiştim ki? Aslında bu gibi durumlarda genelde cebimde bozuk para olsa
bile onun yerine bütün para veririm. O zaman da para üstü beklemek yadırganmaz.
Verilen para üstünden bahşiş de bırakabilirim. Ama o gün hangi akla hizmet
ettiysem çok kritik bir miktar para çıkarıp orada öylece esir olmuştum.
Üç adet madeni lira, öksüz üç kardeş
gibi tabağımsı kabın içinde öylece bekliyordu. Ben bankonun önünde bekliyordum.
Bu arada yanımdan gelip geçen garson yan gözle bana bakıyordu. Ya da bana öyle
geliyordu. Garsonun içinden, “elli kuruş için bekliyor, yuh!” dediğinden
emindim. Bu tahmin sıkıntımı daha da arttırıyordu. Adamın telefon konuşması
bitmiyordu; sanki gitmem için konuşmayı mahsusçuktan uzatıyordu. Gözlerini
benden kaçırmış “hadi git, elli kuruş için mi bekliyorsun?” der gibi bir hali
vardı. Bir an ahizeyi elinden kapıp karşıdaki kişiye, “uzatma ulan işte, söyle
ne söyleyeceksen de zıkkımlan” diye bağırmayı da düşündüm ama bu da yeni bir gerginlik
prosedürü ve buna bağlı sorunlar yaratacaktı. Kendimi tuttum.
Sonunda bitti. Kasiyer üç lirayı kasaya
atıp üstünü verdi. Suratı asılmıştı. Elli kuruşluk para üstünden vazgeçemeyip
bekleyen cimri bir müşteriye güler yüz göstermesi de beklenemezdi elbette! Ama
o kasanın önünde yaptığım yoğun iç muhasebeyi bilseydi bana hak vermez miydi?
Bahşiş bırakmak öyle basit bir iş değildi ki!..