30 Eylül 2011 Cuma

Gitmek mi Zor, Kalmak mı?





Fazla acıkmamıştım ama hafiften midem kazınıyordu; hafif, sıcak bir şeyler atıştırayım dedim. Büyükparmakkapı Sokağı’nda, Beyoğlu'na yolum düştüğünde gittiğim lokantaya girip bir kâse süzme mercimek çorbası içtim. İyi gelmişti; Ahmet Rasim’in dediği gibi “kana kuvvet, göze fer, batna cila”ydı mübarek! Kalktım; bir porsiyon çorba için hesabı masaya istemeye utandım, kasada kendim ödeyeyim dedim. Adisyon fişini kasiyere uzattım; “iki buçuk lira” dedi. Cebimde epey bozukluk vardı. Üç lira çıkarıp kasa bankosunun üstündeki tabağa bıraktım. Adam parayı alıp üstünü verecekti ki, tam o anda telefonu çaldı. Normalde öyle durumlarda müşteri paranın üstünü beklemeden bırakıp gider. Ben de öyle yapacaktım. Ama bir kere adam elli kuruşu vermek üzere elini kasaya uzatmıştı. Onun o hareketi yapması benim de gitmemi engellemişti. O kadar basit ve kısa bir hareketti ki, artan elli kuruşu almam için kasanın önünde bir-iki saniye duraksamamda başlangıçta hiç de anormal bir durum yoktu. Zaten o sürede paranın üstünü beklemekten ziyade öylesine oyalanıyordum, kürdan falan arandım.

Lokantalarda hesap ödeyen müşterilerle kasadaki kişi arasında günde onlarca defa tekrarlanan bir sahnedir bu. Müşteri parasının üstünü beklerken garsonun tuttuğu ucuz kolonyayı sürer; çanta taşıyorsa onu omzuna yerleştirir; duvarlarda lokantanın tanıdık gazeteci-gurme torpiliyle yapılmış tanıtım haberlerinin çerçevelendiği tablolara bakar; bahşiş verip vermeyeceğini kararlaştırır; o sırada kasiyer otomatiğe bağlanmış parmak hareketleriyle para üstünü denkleştirip önündeki bu iş için hazırlanmış kaba bırakır; müşteri o parayı alır, içinden gelmişse bir miktar bahşiş bırakıp çıkar. Bütün bunlar birkaç saniye içinde olur biter.

Benimki de öyle olacaktı. Ancak telefon görüşmesi uzadıkça uzadı. Kasadaki adamın cevaplarından birinin yemek siparişi verdiği anlaşılıyordu. Sınıfta tek ayak üstünde bekleme cezası alan öğrenci gibi kasanın önünde dikilip kalmıştım. Ne gidebiliyor, ne de durduğum yerde rahat edebiliyordum. O parayı bahşiş olarak bırakabilirdim. Ama niçin bırakacaktım? Altı üstü bir kâse çorba içmiştim. İşyeri ya da garson bunun için bana ek bir hizmet sunmamıştı. Sıradan, standart bir servis; çorbamı masaya bırakıp gitmiş, bi “afiyet olsun” bile dememişti. Hesabı masaya istememiştim. Ayrıca, bahşişte zımni bir “yüzde on” oranı kuralı vardır. Kalan para miktarı bu kurala da uymuyordu. Hepsinden önemlisi, para üstünü öylece bırakırsam kasiyerin onu alıp benim adıma garsonların bahşiş kutusuna atacağını nerden bilecektim? O kısacık kararsızlık anında bütün bunlar zihnimden şimşek hızıyla akıp geçti.

Ben o sürede bu kadar ayrıntıyı yorumlayıp gerekli etik çıkarımları da yaptım ama kasadaki adamın telefon görüşmesi bir türlü bitmedi. Telefonun öte ucundakine yemek çeşitlerini saydı, porsiyonların büyüklüğünü tarif etmeye çalıştı, adres aldı. Bunları konuşması benim paramın üstünü vermesine engel değildi. Küçücük bir parmak hareketi yeterliydi. Ama o hareketi bir türlü yapmıyordu. Hiç beklemeden, parayı bırakır bırakmaz gitmiş olsam kalan paranın ne olacağını aslında pek umursamazdım. Adam para üstünü vermek üzere ilk hareketi yapmış olmasa zaten hiç beklemezdim. Ama bir kere süreci başlatmıştık, yarıda bırakmak kötü bir yenilgi olurdu!

Orada öylece kalakalmıştım. Ayaklarımın biri yürümek istiyor, ötekiyse oraya bağlanmış gibi kıpırdamıyordu. Hiç beklemeden çıksam bir jest yapmış olacaktım ama beklemekle o fırsatı kaçırmıştım. O kadar bekledikten sonra gitsem hem bıraktığım paranın bir önemi kalmayacak hem de niye bıraktım diye kendime kızacaktım. Sonradan kendimle kavga etmektense utanmayı göze alıp bekledim.

Ama kendime de kahrettim. Ne diye bozuk para vermiştim ki? Aslında bu gibi durumlarda genelde cebimde bozuk para olsa bile onun yerine bütün para veririm. O zaman da para üstü beklemek yadırganmaz. Verilen para üstünden bahşiş de bırakabilirim. Ama o gün hangi akla hizmet ettiysem çok kritik bir miktar para çıkarıp orada öylece esir olmuştum.

Üç adet madeni lira, öksüz üç kardeş gibi tabağımsı kabın içinde öylece bekliyordu. Ben bankonun önünde bekliyordum. Bu arada yanımdan gelip geçen garson yan gözle bana bakıyordu. Ya da bana öyle geliyordu. Garsonun içinden, “elli kuruş için bekliyor, yuh!” dediğinden emindim. Bu tahmin sıkıntımı daha da arttırıyordu. Adamın telefon konuşması bitmiyordu; sanki gitmem için konuşmayı mahsusçuktan uzatıyordu. Gözlerini benden kaçırmış “hadi git, elli kuruş için mi bekliyorsun?” der gibi bir hali vardı. Bir an ahizeyi elinden kapıp karşıdaki kişiye, “uzatma ulan işte, söyle ne söyleyeceksen de zıkkımlan” diye bağırmayı da düşündüm ama bu da yeni bir gerginlik prosedürü ve buna bağlı sorunlar yaratacaktı. Kendimi tuttum.

Sonunda bitti. Kasiyer üç lirayı kasaya atıp üstünü verdi. Suratı asılmıştı. Elli kuruşluk para üstünden vazgeçemeyip bekleyen cimri bir müşteriye güler yüz göstermesi de beklenemezdi elbette! Ama o kasanın önünde yaptığım yoğun iç muhasebeyi bilseydi bana hak vermez miydi? Bahşiş bırakmak öyle basit bir iş değildi ki!..

25 Eylül 2011 Pazar

Venedik'te Bir Ölüm





Ayaşlı sof tüccarı Hüseyin Çelebi 20 Mart 1575 günü Venedik’te öldürüldü. O vakitler Osmanlı tebaası Anadolulu tüccarların Venedik, Ancona, Livorno gibi İtalyan şehirlerinde, İtalyan tüccarların da İstanbul, İzmir, Ankara, Bursa gibi Anadolu şehirlerinde sık sık görülmesi, buralarda geçici bir süreliğine ya da tamamen yerleşmesi, başlarına çeşitli işler gelmesi ve ölmesi, öldürülmesi çok da sıra dışı bir olay sayılmazdı. Hüseyin Çelebi’nin ölümünü ötekilerden ayıran, ondan geriye bir grup belge kalmış olmasıdır. Bu belgelerin en önemlisi Hüseyin Çelebi’nin terekesidir. Tereke, Hüseyin Çelebi’den geriye kalan kişisel eşyaların bir listesi, defin masrafları ile borç ve alacaklarını içermektedir.


Merhumun ölümü sırasında amcası Ahmed bin Kassab da Venedik’teydi ve olaydan sonra Hüseyin Çelebi’den geriye kalan kişisel eşyaların satışı, yarım kalmış ticari sözleşmelerinin tamamlanması ve cenaze işleriyle uğraşmıştı. Amca Ahmed bin Kassab, bu işlemlere ilişkin her şeyi tek tek kayda almıştı. Hüseyin Çelebi arkasında sermaye olarak yüklü bir miras da bırakmıştı. O zamanki miras hukukuna göre onun belgeleri ayrı düzenleniyordu; o belgeler ise günümüze ulaşmamıştır. Hurdevât (ufak tefek) listesi olarak belirtilen liste, o dönemdeki Osmanlı gezgin tüccarının maddi kültürüne ilişkin değerli bilgiler ihtiva eder.


Hüseyin Çelebi'nin Venedik pazarında satılıp elde edilen geliri cenaze masraflarına harcanan eşyaları arasında neler vardı?


Merhum tüccar, ayakkabı olarak “başmak” ve bunun içine de bir mest giyiyordu. Ayrıca yeni bir çift de çizmesi vardı. Soğuk havalarda çizmelerin içine kalçalara kadar çıkan bir iç donu (aba kalçin) giyiyordu. Üstlük olarak biri lacivert, ötekisi siyah iki adet feracesi vardı. Ferace o zamanlar zengin ve seçkin kimselerin giydiği bir elbiseydi. Bunların yanında bir de keçeden kolsuz ceketi (kebenek/kepenek) vardı. Hüseyin Çelebi, günümüzün takım elbiselerine denk düşen iki adet kaftana, onların değerinde bir başka kışlık yünlü üstlüğe ve bir tür kısa ceket olan bir çuka’ya sahipti. Beline sardığı bir ipek kuşağı (mukaddem kuşak) vardı. Kaftanın altına zibun denen yelek giyiyordu; Hüseyin Çelebi’nin iki tane de zibunu vardı. Bunların altına da don denen bir çeşit pantolon, gönlek (gömlek) veya mavi bir çakşır (çakşur tuman) giyiyordu.


Başını örtmek için bir burgı denen üç parça hafif pamuklu kumaştan yapılma bir dülbend’i ve o zamanın modası bir yelken takye’si (kulaklıklı başlık) vardı. Anadolu’dan Venedik’e giden uzun yolda soğuktan korunmak için yanında velense, keçe ve çul denen çeşitli örtüler taşıyordu. At üstünde rahat yolculuk için bir yastığı (muhayyer yasdık), namaz kılmak için seccadesi vardı.


Çeşitli şeyleri bağlamak için ipleri, kumaş parçaları, eşyalarını ve satmaya götürdüğü kumaşlarını koymak için sandıkları, torbaları, kutuları, heybeleri vardı. Mallarının tozunu almak için beş tane çuka süpürgesi, kumaş kesmek için bir makası (mikras), yağmurdan korunmak için üç adet muşambası vardı.


Satışlarda yaptığı anlaşmaları yazmak ve imzalamak için yanında bir divit, bir şahsi mühür ve kâğıt taşıyordu. Okumak ya da muska olarak bulundurmak amacıyla çeşitli dua metinleri içeren iki adet evrakı da mevcuttu.


Tüccar Hüseyin Çelebi yanında silah da taşıyordu. Bunların içinde gümüşlü kılıcı çok değerliydi, ki Venedik pazarında 18 dükaya alıcı bulmuştu. Ayrıca bir de daha çok yemek yapmakta kullandığı bir Şam bıçağı vardı.


Hüseyin Çelebi uzun yolculukları sırasında yemek yapmak için yanında neredeyse tam teşekküllü bir mutfak taşıyordu. Neler yoktu ki mutfak eşyaları arasında: deriden bir körük, bakır tencere, tava, tereyağı taşımak için debbe-i revgan denen özel bir kutu, bir kepçe, bakır sahan, tepsi, sofra bezi, peçete olarak kullanmak için destmal (mendil), su içmek için matara, elini yüzünü yıkamak ve abdest almak için bir ibrik, mükeyyifat malzemesi olarak da bir afyon hokkası (hokka-i berş).


Merhum Hüseyin Çelebi’nin şahsi eşyaları, amcası Ahmed tarafından Venedik’te Müslüman tüccarların huzurunda satıldı. Ahmed bin Kassab, öldürülen yeğeni Hüseyin’in Venedik’teki tüccarlardaki alacaklarını toplamış, borçlarını da ödemişti. Borçları arasında 9 düka tutarında oda kirası da vardı. 9 düka iyi bir paraydı, bu da Hüseyin Çelebi'nin Venedik'te uzunca bir süre kalmış olduğunu gösteriyordu.


Hüseyin Çelebi, Venedik’te İslami defin kurallarına uygun biçimde toprağa verildi. Cenaze bir "yuyucı" bir de "su koyucı" (yıkayıcı ve su koyucu) tarafından yıkanıp kâfur, libân ve gülsuyuyla ovulup kefenlendikten sonra tabuta kondu. Merhumun taksiratını affettirmek için fakirlere sadaka dağıtıldı; ıskât ve salât okundu. Hüseyin Çelebi’nin tabutu bir gondola kondu. Cenazeyi defnetmek üzere Müslüman tüccar cemaat de beş ayrı gondola binip Hüseyin Çelebi’nin gömüldüğü meçhul mezara doğru yola çıktı.


Yeğeninin İslami usule uygun bir şekilde defnedilmesi için her türlü ihtimamı gösteren amca Ahmed bin Kassab, hesabını bilen basiretli bir tüccar olarak bu işler sırasında, gondolcuya verilen bahşişten, mezar kazmak için kullanılan kazma küreğin ücretine kadar yaptığı tüm masrafları tek tek kaydedip Hüseyin Çelebi’nin terekesinden ödedi.


***
Kim Var İmiş Biz Burada Yoğ İken


Yukarıdaki satırları yeni dönem Türk tarihçiliğinin yüz akı isimlerinden Cemal Kafadar’ın “Kim Var İmiş Biz Burada Yoğ İken” adlı kitabından özetleyerek aktardım. Kafadar’ın kitabı, son yıllarda okuduğum en ilginç ve keyifli çalışmalardan biriydi. Kafadar bu kitabında farklı tarihlerde yayımlanan dört makalesini bir araya getirmiş. Bu makalelerin farklı ve ilginç yanı, alışılagelmişin dışında Osmanlıya kurumlar ve seçkinlerin değil sıradan bireylerin perspektifinden bakıyor olması…


Kitapta, biri yukarıda değindiğim Ayaşlı kumaş tüccarı Hüseyin Çelebi olmak üzere Osmanlı tebaası dört kişinin hayatından kesitler veriliyor. Öteki üç kişi; babasından kalan arazi üzerinde haklarını korumak için divan-ı hümayuna başvuran yeniçeri Mustafa, İstanbul’da günce tutan “Sohbetname” adlı hatıratın yazarı Seyyid Hasan adlı derviş ile rüyalarını kaleme alarak bunları mektupla şeyhine gönderen ve bu yolla irşad edilmeyi bekleyen Üsküplü Asiye Hatun…


Bunu ilginç kılan ise bu dört hayattan geriye kalan belgelerin her birinin birer yargıyı kırıyor olmasıdır. Kafadar bunu şöyle anlatıyor: “Bu kitapta okuyacağınız yazıların her biri bir şaşkınlık ürünüdür. Yeniçerilerin ‘bozulma’ devrinden önce askerlik dışında hiçbir işle uğraşmadığını; uluslar arası ticarette Müslümanların rol oynamadığını; modern Batı değerlerini özümseyene kadar Osmanlı dünyasında kimselerin günce tutmadığını, hatta kişisel tecrübelerini kaleme almadığını sanıyordum.”


Hüseyin Çelebi’nin terekesini incelerken 1500’lü yıllarda Osmanlı ile Avrupa arasındaki ticaretin sanıldığı gibi Avrupalı tüccarların tekelinde olmayıp Osmanlı tebaası tüccarların da İtalya’nın en canlı ticaret merkezlerinde boy gösterdiğini, Yeniçeri Mustafa’nın dilekçesi karşımıza çıktığında, Yeniçerilerin Osmanlının yükseliş döneminde bile askerliğin yanı sıra başka işlerle de uğraştığını, Seyyid Hasan’ın Sohbetname’sini ve Asiye Hatun’un şeyhine yazdığı mektupları okurken de Osmanlı dünyasında bireylerin bundan yüzyıllar önce bile hatıralarını ve kişisel tecrübelerini kaleme aldığını öğreniyoruz.


Ancak Kafadar’ın kitabı sadece bu özelliğiyle öne çıkmıyor. Özgün tarih felsefesiyle de benzerlerinden ayrılıyor. “Tarih yok olanla değil, bir zamanlar var olanla ilgilidir” diyen Kafadar, tarihe modern zamanın “ulus” birimiyle somutlanan “biz” perspektifinden bakmanın yanlış olduğunu, kitapta ele alınan kişilerin kendilerini bir ulusun parçası olarak görmediklerini, kişilerin benlik algısının ve bireyliklerini yaşama biçimlerinin zamana ve bağlamlara göre değiştiğini vurguluyor.


Cemal Kafadar’ın bu rahat okunan, hacim olarak küçük ama içerik bakımından dopdolu kitabını tüm tarih meraklılarına, tavsiye ederim.
....

Bukowski'yi Niçin Severiz?








Charles Henry Bukowski 1920’de Almanya’da doğar. İki yaşındayken ailesi ABD’ye göç edip Los Angeles’a yerleşir. Çocukluğu ABD'deki büyük ekonomik kriz dönemine denk gelir. Babası kriz nedeniyle birçok insan gibi işsiz kalır. İnsanlar işlerini kaybettikleri halde durumu komşularına belli etmemek için sabah işe gidiyormuş gibi evden çıkıp paydos saatlerinde dönmektedirler. Onun zaten her zaman gösterişçi bir adam olan babası da aynı şeyi yapar. Çocukluğu bu zorluklarla, üstüne annesinin ilgisizliği ve babasının baskısıyla geçer. Koleje kaydolduğu yıllarda bütün vücudunda korkunç bir akne çıkar. Ceviz büyüklüğünde yumrular biçiminde kendini gösteren “akne vulgaris”... Hastalık, yüzünde ömür boyu taşıyacağı izler bırakmıştır. İnsanlardan kaçar. Bu içe kapanma dönemi aynı zamanda yazma isteğinin ortaya çıktığı yıllardır. Kısa öyküler kaleme alır.

Delikanlılık yıllarında bir daha bırakmayacağı alkolle tanışır. Alkol, giderek hem en iyi dostu, hem de sefil yaşantısını bir ölçüde dayanılır kılan en büyük yardımcısı olur. İkinci Dünya Savaşı patladığında kendisi de askerlik çağına gelmiştir. Ancak psikolojik uyumsuzluk tanısıyla çürüğe ayrılır.

Okumaya düşkündür; bir gün kütüphanede yazar John Fante’nin bir kitabı eline geçer. Fante’nin kısa cümleleri, sade yazma üslubu onu çok cezbeder. Onun gibi yazmaya çalışır. Bunda da başarılı olur. Ancak yazdıklarını yayıncılara kabul ettirmesi zordur. Eve kapanıp aralıksız yazdığı öykü ve şiirlerini ABD’nin hemen her yanındaki yayınevlerine gönderir. Ama hiçbirinden olumlu yanıt alamaz. İlk öyküsü ancak yirmi dört yaşındayken yayımlanır. İki yıl sonra biri daha. Ancak bunlar onun için tatmin edici değildir. Yazmayı bırakıp ABD’yi gezmeye başlar. Amaçsız biçimde bir şehirden ötekine savrularak dolaşmakta, ucuz pansiyonlarda konaklamakta, zamanın çoğunu barlarda geçirmekte, bir işten çıkıp bir başkasına girmektedir.


Postane

Hayatı bu tempoda giderken bir gün ağır bir alkol komasına girer, otuz beş yaşındadır. Ölümün eşiğinden döner. Taburcu olduktan sonra bir daktilo satın alıp yeniden yazmaya başlar. 1950’lerde bir süre çalışıp ayrıldığı Los Angeles postanesine geri döner. Bu arada edebiyat çevrelerinde yavaş yavaş tanınmakta, şiirleri, öyküleri çeşitli dergilerde yayımlanmaktadır. Bu gelişiminde ilk evliliğini yaptığı yayıncı Barbara Frye’ın payı büyüktür. Kimse yüzüne bakmazken Barbara onun şiirlerini yayımlayacağına söz vermiştir. Üstelik ona, "Sen Amerika'nın en iyi şairisin" diye iltifat eder. Aslında Barbara’nın da boynundaki sakatlık nedeniyle bir kadın olarak yüzüne kimse bakmamaktadır. Bukowski de onunla evleneceğine söz verir ve gerçekten de evlenirler. Sonu ayrılıkla biten bir evliliktir bu. 


Postanede 1969 yılına kadar çalışır; o yıl yayıncısından aldığı ömür boyu maaş teklifini kabul ederek postaneden ayrılır, iki ay içinde de postane yaşamını anlattığı romanı “Postane”yi yazar. Bir yeraltı gazetesi olan “Open City”de “Pis Moruğun Notları”nı kaleme alır. Bu yazıların “underground” çevrelerde ve üniversite öğrencileri arasında şöhretinin yayılmasında önemli katkısı olur. Sonraları özel şiir matinelerine çağrılan, bu işten para bile kazanabilen bir şair haline gelir. Okuyucu ve dinleyicilerinin çoğu üniversite öğrencileridir.

"Pis Moruk"
Bukowski onu tanıyanların çoğuna göre pek de makbul bir adam değildir. Yaşadıklarını yazmakta, bu yazdıklarıyla çevresindeki insanların mahremlerini açıklamakta, üstelik kişileri ve olayları alabildiğine çarpıtıp karikatürize etmektedir. Çalıştığı işyerlerini, arkadaşlarını, yayıncılarını, cinsel yaşamını, tuvalet faaliyetlerini, kabızlığını, hemoroidini, sevgililerini en ince ayrıntısına kadar yazılarına malzeme yapar. İki ruhlu bir adamdır; sarhoş olduğu zaman rezil, saldırgan, küfürbaz, kırıcı, kaba bir hergele; ayık zamanlarında ise aşırı derecede utangaç, gayet munis ve zararsız bir adamdır. Düzyazı ve şiirlerinde hep uçlarda yaşayan, ölümün kıyılarında gezinen toplumun en alt tabakasındaki insanları anlatır, kendisinin de onlardan biri olduğunu iddia eder; bu iddiası bir ölçüde doğrudur da. Ancak o parasının hesabını iyi bilen, faiz ödememek için bütün faturalarını zamanında yatıran, evlilik dışı doğan kızının nafakasını asla geciktirmeyen sorumluluk sahibi bir vatandaştır aynı zamanda.

Kadınlarla ilişkileri hep belalıdır. Gençlik yıllarında hemen hiçbir kız yüz vermez. Barbara’yla evlenip boşandıktan, bir yazar olarak az - çok tanındıktan sonraysa hayatına kadınların biri girer biri çıkar. Aldatır, aldatılır, terk eder, terk edilir. Ama o hayatına bir biçimde bulaşan her kadından yazınsal bir malzeme elde etmeyi bilir; bu malzemelerden de “Kadınlar” adlı romanı doğar.

Resim yeteneği de vardır. Fırsat buldukça bir şeyler çizer. Alkol, öykü, şiir, resim ve kadınlardan başka at yarışına da meraklıdır. Yoksulluk yıllarında işsiz kaldığı zamanlar at yarışından kazandığı parayla geçindiğini söyler. Hipodromlarda geçen birçok öyküsü vardır. Elli yaşını hayli aştıktan sonra bir anlamda şansı döner. Artık ne para ne de yayıncı bulmakta zorlanmaktadır; Avrupa'dan, ABD'nin her yanından kadınlar onu aramakta, ziyaret etmektedirler. Ünlü yazarlar, aktörler ve sanatçılarla arkadaş olmuştur. Hayatı ve eserleri sinema için epey malzeme barındırmaktadır. Bunlardan derlenen senaryoyla bar yaşamını konu alan "Bar Sineği" adlı film çekilir. Kendisi de bu filmin yapım öyküsünden "Hollywood" adını verdiği kitabını çıkarır.

Son olarak az sayıdaki kurgu eserinden biri olan detektif öyküsü "Pulp"ı yazar. 1994 yılında 74 yaşında öldüğünde arkasında çok sayıda eser bırakmış, tüm dünyada tanınan, sevilen bir yazar ve şairdir.

Azizlerden çok sapkınlar
Bukowski Amerikan edebiyatının köşe taşlarından biri sayılmaz. Çok iyi bir öykücü ya da sıra dışı bir şair olup olmadığı da tartışılır. Hele öyle çocuklara örnek insan diye anlatılacak biri hiç değildir. Zaten kendisi öyle olmadığını şu sözlerle anlatır: “Beni tanıyan herkesin size söyleyeceği gibi, makbul biri değilim. Kötü adamı sevdim hep, kanunsuzu, hergeleyi. İyi işleri olan sinekkaydı traşlı, kravatlı tiplerden hoşlanmam. Ümitsiz adamları severim, dişleri kırık, usları kırık, yolları kırık adamları. İlgimi çekerler. Küçük sürpriz ve patlamalarla doludurlar. Adi kadınlardan da hoşlanırım; çorapları sarkmış, makyajları akmış, sarhoş ve küfürbaz kadınlardan. Azizlerden çok sapkınlar ilgilendiriyor beni. Serserilerin yanında rahatımdır, çünkü ben de serseriyim. Kanun sevmem, ahlak sevmem, din sevmem, kural sevmem.”

Böyledir ama nasıl olmuş da önce ABD’de daha sonraları da bütün dünyada çok sevilen, çok okunan bir yazar olmuştur? Tabii burada Bukowski'yi sevenlerin "sevgi"sinden söz ediyoruz. Kitabını iki sayfa okuduktan sonra fırlatıp atan da çoktur. Bunu saymazsak, mesela ben niçin sevdim Bukowski’yi? Tam olarak anlatabilmek zor ama galiba şu nedenle: Eserlerinde bir öykü karakteri ve yazar olarak Bukowski her zaman en diptedir, iflah olmaz bir kaybedendir. Umutsuzluğunu anlatır, sizi o umutsuzluğun içine çeker ama orada bırakmaz. İçtiği barların, yaşadığı pansiyonların sefaletini, çalışma hayatının acımasızlığını, insanların sonsuz aptallıklarını göz önüne serer. Sığınağı “hiç”liktir. Bir kere hiçlikle tanıştıktan sonra artık hiçbir şeyin ondan daha kötü olamayacağını, ancak o durumda bile yaşamak için birçok neden bulunabileceğini görürsünüz. Bukowski’nin yaşadıkları birçok kişi için bir intihar nedeni olabilir ama o sizi asla intihara teşvik etmez. Tam tersine bu dünyanın, hayatın ve aşkın intihar etmeye bile değmeyecek ölçüde aptalca, sıradan, komik ve geçici olduğunu gösterir. Anlattıklarının ne kadarı gerçek yaşam, ne kadarı kurgu olursa olsun sizi anlattığı şeye inandırır.

Acıdan kıvrandığım, dünyanın anlamsız ve saçma bir yer olduğunu düşündüğüm bir dönemde elime geçen bir Bukowski kitabına sabah uyandığımda başlamış, bitirinceye kadar da yataktan kalkamamıştım. Kitap bittiğinde ise kendimi tuhaf bir şekilde iyi hissetmiştim. İyi edebiyat böyledir zaten, Bukowski’yi sevenler sanırım bu yüzden seviyor.

23 Eylül 2011 Cuma

Eylüldendir






Sabahları uyandığımda yatağımın başucunda asılı takvime alt tarafından bakıp hâlâ birçok sayfası olduğunu görünce seviniyordum; daha yılın bitmesine çok var diye. Yarıyı geçmiş ama yılın bitmek üzere olduğunu gösterecek kadar da incelmemiş. İyi bi şeydi bu... Ancak ayağa kalkıp gün ve ayın yazılı olduğu ön yüzünü görünce üstüme bir yorgunluk ve hüzün çöktü. Meğer bir buçuk aydan beri takvimin yapraklarını koparmamışım. Sanki bilincinde olmadan kendimce zamanı durdurmaya çalışmışım. Yaprakları tek tek koparıp bulunduğumuz güne gelince Eylülün ve yılın bitmekte olduğunu fark ettim. Sonbahar hissi, hep sırtımda taşıdığım halde kendini birden bire belli eden ağır bir yük gibi bindi omuzlarıma. Sanki zaman, kopardığım takvim yapraklarıyla birlikte avucumdan hızla akıp geçmişti.


Sonbahar, her şeyiyle bir tükeniş hissi uyandırır bende (ve sanırım çoğu kişide). O güzelim güneşli havalar gitmiş; bulutların, yağmurun ve erken çöken karanlığın devri başlamıştır. Uykudan bir gecikmişlik ve pişmanlık duygusuyla uyanırım böyle günlerde. Yapamadıklarım, unutulmuş ya da son ana bırakılmış bir ödevin kâbusu gibi içimi tırmalar. Oysa çoğunun teslim tarihi geçmiştir çoktan. Öğrenemediğim diller, doğmamış çocuğum, kendi elimle inşa edemediğim evim, düzenleyemediğim bahçem, gezemediğim ülkeler ve bir türlü bitiremediğim kitabım… Her şeyi unutmak için gözlerimi sonuna kadar açarım; kapatırsam bilirim ki yine bunlar takılacak aklıma. Unutmaya, başka şeylerle ilgilenmeye çalışırım. 


O güne biraz daha yaklaştığımı hissetmenin hüznüyle geride bıraktığım zamanla önümde kalan tahmini süreyi kıyaslarım. Yarıyı biraz geçmişim, çok geç değil diye avunurum. Ama öyle bir yaş ki, saat öğleden sonra üç gibi; bazı şeyler için geç, bazıları için erken…


Otobüsteyim. İşe gidiyorum. Kafamdaki bin bir düşüncenin olanca dalgınlığıyla başımı cama dayamış dışarıyı seyrediyorum. Bu otobüse nasıl bindim onu bile hatırlamıyorum. Her şey rutin ve otomatik. Aynı otobüs, aynı yol, hemen hemen aynı yolcular. Her gün aynı duraklardan binip aynı yerlere giden insanlar; gündelikçi kadınlar, sekreter kızlar, alışveriş merkezlerinde çalışan delikanlılar. Dışarıyı seyretmekten de sıkıldım. Karşımdaki koltukta oturan yaşlı adam ve kucağındaki üç-dört yaşlarındaki çocuğa baktım. İlk dikkatimi çeken çocuğun kafasındaki ucuz orlon iplikten örülmüş büyük bere oldu. Hava sıcak sayılırdı, bu havada çocuğun kafasında o sıkıcı bere ne arıyordu? Sonra çocuğun bileğindeki sargı bezine takılı dreni fark ettim; sonra tenindeki aşırı solgun sarılığı; sonra kaşlarının dökülmüş olduğunu; herhalde dedesi olan adam başındaki bereyi çıkarınca da hiç saçının olmadığını…


Lösemi hastası olmalıydı; bilmiyorum, dış belirtileri bunun gibi olan başka bir hastalık var mı? Kırık bir hüzünle bakıyordu dünyaya; biraz da bıkkın ve yorgun. Bir hastanede görsem bu kadar yadırgamayabilirdim ama bulunduğumuz yerde etrafındaki sağlıklı insanlarla tuhaf bir tezat oluşturuyordu. O, o anda aramızda yaşı en küçük olandı. Ama yazgının anlaşılmaz ve insafsız kurası bu çocukcağıza çıkmıştı. Yaşıtları derin sabah uykularını uyurken o hastaneye yetişmek için uyandırılıp sarsıla sarsıla giden otobüse bindirilmişti. Oynayamadığı oyunları düşündüm bir an. Uyuyamadığı uykuları. Hastane odalarında geçecek günlerini. Sonucu belirsiz tedavisini. Hastalığı atlatma olasılığını…


Boğazım düğümlendi, gözlerim karıncalandı, durup dururken, hayatımda ilk defa gördüğüm bir çocuk için neredeyse ağlayacaktım. Ama kolay ağlayabilen biri değilim, en sevdiklerimin cenazelerinde bile... Belki benim tahmin ettiğim ölçüde vahim bir hastalığı da yoktu. Gözlerimi kaçırdım, dışarıyı seyretmeye koyuldum. Kırmızı ışıkta durmuş olan otobüsümüz ışığın yeşile dönmesini bekliyordu, tam hizamda kaldırımda yürüyen kıza baktım biraz. Takvim, Eylül, yazgı, hasta çocuk, yitirdiklerim ve daha bir sürü şey kafamda dönüp duruyordu.


Hiç karşılaşmamış olsam da mucizelere inanırım. Belki bin yılda bir, milyonda bir olsa da gerçekleşiyordur. Bazen içimde öyle bir güç olduğu hissine kapılırım. Otobüs ineceğim durağa yaklaştı. Kalktım. “Mucize” denen şey belki şu anda benim parmaklarımın ucundaydı. Kapıya doğru yönelirken, dedesinin kucağında, ara sıra ağrıdan sızlansa da olgun bir edayla uslu uslu oturan hastamızın küçük, saçsız başını usulca okşadım.

20 Eylül 2011 Salı

Bir Avuç Zaman










Zaman, güzel bir yer bulduğuna karar verip öylece durmuş sanki... Tavaya attığım patatesler yağ sıçratmadan uslu uslu kızarıyor; hallerinden bir şikayetleri yok gibi. Radyoda ardı ardına güzel şarkılar çıkıyor; belki de şu anda bana bütün şarkılar güzel geliyor. Sıcaklar etkisini yitirmiş, hafif bir poyraz esiyor. Sokak sakin. Biraz önce yaptığım telefon görüşmelerinde genellikle iyi haberler aldım. Buzdolabına koyduğum biralar soğuyup kıvamını bulmuş.

Ufak mutluluklar; iyi hazırlanmış basit bir yemek, bir-iki kutu bira, birkaç sigara, her zaman açık, kendi kendine konuşan bir televizyon, sonuna kadar açılmış perdeler ve güneşli bir akşamüstü yeterli.

Şu anda birileri hasta yatıyordur. Birileri hasta olduğunu bile henüz bilmiyor; içinde zamansız bir hevesle bölünmeye başlayan hücreler varlığını bir şekilde belli edinceye kadar da bilemeyecek. Bir yerde birileri birilerine pusu kuruyordur. Bir bombacı bombasının saatini ayarlamaya çalışıyordur. Dünyaya adım atan bebekler aldığı ilk nefesin şaşkınlığıyla çığlığı basarken birileri son nefesini vermektedir. Bir yerlerde bir düğün hazırlığı vardır. Bir asker tezkere hesaplamakta, bir hükümlü duvara bir çentik daha atmaktadır.


Benim için, şimdi, burada, her şey, şimdilik yolunda... Geçmişten ve gelecekten kesilip ayrılmış kısacık bir an. Bazen böyle olur. Hemen hemen herkes yaşamıştır benzer an ve duyguları... Hayatın mükemmelliğine karar veririz bir anlığına; gelip geçici olduğunu, her an her şeyin tersine dönebileceğini, az önce mükemmelliğine inandığımız hayata lanet okur hale gelebileceğimizi biliriz ama şu anda iyiyizdir. Ama  sadece bir virgül, kısacık bir mola, bir durak...



Ramazanın yine yaz mevsimine denk geldiği zamanlardaki yıllardan birinde, misafir amcam, babam, annem ve kardeşlerimle mütevazı bir sofraya oturmuş iftar saatini bekliyoruz. Tek katlı, iki odalı, avlulu, duvarları kireç badanalı evimiz. Dışarıdan bakan için derme çatma bir gecekondu; bizim içinse bir saray. Ağır ağır batan güneş ufku kırmızı bir perdeye, yeryüzünü yumuşak ışıklı bir şölen yerine çevirirken, hafifçe esen akşam rüzgârı annemin eski yağ ve peynir tenekelerinde çiçeklerin kokularını tencerelerde servis edilmeyi bekleyen yemeklerin kokusuna karıştırıyor. Serçeler çığlık çığlığa avludaki dut ağacının tepesinde dutları gagalıyor. Biz çocuklar oruç tutmuyoruz ama kulağımız iftar topunun kaleden yükselecek gümbürtüsüne kilitlenmiş. Bir an önce karnımızı doyurup sokağa oyuna koşmak için sabırsızlanıyoruz çünkü… 


Gözünü ve burnunu sofradaki yemeklere odaklamış kedi de bekliyor. Birazdan onun da önüne her tabaktan birer lokma konacak. Derken kaleden iftar topunun gümbürtüsü yükseliyor. Oruçlular “bismillah” deyip bir bardak suyla oruçlarını açıyor.

Yemeğimizi alelacele yiyip sokağa fırlıyoruz. Arkadaşlarımız da birer birer dışarı çıkıyor. Kimi dün gece televizyonda izlediği diziyi anlatıyor, kimi Cüneyt Arkın’ın şehrin sinemalarında gösterilmeye başlanmış yeni filminden bahsediyor. Sonra dengeli iki takım oluşturup kıran kırana bir maça başlıyoruz.

Babam, amcam, o çiçekler, o kedi, o serçeler, o dut ağacı, bu dünyadan birer birer göçüp gitti. Top oynadığımız o arsaların her santimetresi birörnek beton binalarla doldu. O arkadaşların her biri dünyanın bir yanına dağıldı.

Onları, o günleri ve daha yitip giden nicelerini hatırladıkça, şu “hayat” denen, tebessüm kadar kırılgan, kuyrukluyıldız kadar geçici, rüya kadar mantık dışı oyuna kızsam mı, hayıflansam mı, teşekkür mü etsem bilmiyorum.

Neyse, şimdilik her şey yolunda. Hava biraz serinlemiş; biralar kıvamında; patatesler kızardı. Belki birazdan kapı da çalar...

14 Eylül 2011 Çarşamba

Kadın Evdir, Erkek Misafir


I.


Aşk nasıl biter?
Bir bardak suyun içilip bitmesi gibi mi?
Bir bardak suyun dökülmesi gibi mi?
Bir bardak suyun buharlaşıp uçması gibi mi?
Ya da bir bardağın kırılması gibi mi?
İşte bunlardan biri gibi ya da bunların hepsi gibi.


Yine de bilmiyorum.
Bildiğim, insan bir valize sığmaya alışmalı.
Elbisemi alıp gideceğim.
Sen de burada değil gibisin zaten.
Giden kim? Kalan hangimiz?
Onu da bilmiyorum.


Bildiğim, sen bir evdin.
Akşamları ayaklarımın ezbere götürdüğü aşina bir adres.
Bir evdin. ışığına vurulduğum.
Bir evdin; yolunu bildiğim,
Merdivenlerini heyecanla tırmandığım,
Anahtarlarını cebimde taşıdığım.
Uzaktan görünce yurduma gelmiş gibi sevindiğim.
Zaten yurttur aynı zamanda kadın.
Sana sarılmak sıla toprağını öpmek gibi gelirdi hep.
Sen evin içindeki asıl evsin ya da ev aslında senin içinde.
Hem evi hem içindeki beni temizlemen gerek şimdi.


II.
Nereden başlayacaksın unutmaya?
Eşyalardan mı?
Eşyalara ihtiyacın olabilir ama en kısa zamanda kurtul onlardan.
Eşyalar iletkendir.
Hüznü hemen bulaştırır.
Fil gibi hafızaları vardır.
Bin yıl önce üzerine düşen gözyaşını unutmaz.
Lekelerini asla temizleyemezsin.


Şu sehpanın cilası ilk kavgamızda çizilmişti; yarası hâlâ sıcak.
Sana vurmamak için her şeyi kırıp geçirmiştim.
Camları, tabakları, bardakları, şişeleri…
Onu her görüşümde içimdeki canavarı hatırlarım.
Şiirlerden mi?
Şiirleri unut; sil gitsin hepsini,
Hayatındaki bütün kafiyeleri boz,
Manzum laf edenlerden uzak dur
Benden arta kalanlardan mı?
Mesela saçlarımdan?
Gidenlerden geriye saçları kalır en son
Bir yastık kılıfında
Bir tarağın dişlerinde
Süpürgenin erişemediği bir köşede
Bir gömleğin yakasında


Gidenlerden kalan saçlar beni hep ağlatmıştır.
Sen ağlama, gözlerin eskimesin.


III.
Kitaplarım kalsın, okudum yeterince.
Onlardan çok şey öğrendim ama asıl gerçeği hep sakladılar gibi geliyor şimdi...
O yüzden biraz kırgınım.
Hem zaten valize de sığmazlar.


Kediler özler mi kimseyi? Bilmiyorum.
Ben onu özlerim ama
Ona iyi bak.
Benimki de laf işte, benden iyi bakacağın kesin bir kere...
Yine de içeri girip çıkabileceği bir pencereyi aralık bırakmayı unutma; biliyorsun, uykun ağır.


IV.
Güneş iyice batmadan perdeleri kapatma; karanlık acıyı arttırır.


V.
Hep yağmur yağsın isterdik ya
İnsan içine çıkmamaya bahane olsun diye
Hep yağmur yağsın, biz sarılıp yatalım
Çift kişilik bir evrende tek kişilik bir yorgana gömülüp
Galiba en çok onu özleyeceğim
Ve hiçbir zaman dolmayacak sol yanım


VI.
Mutluluktan ve sonsuzluktan söz ederken, “cenneti tanrı yaratır, cehennemi insan” demiştim bir gün.
Şimdi daha çok inandım buna, yarattığım cehennemi görünce...
Keşke deniz gören bir evde oturabilseydik.
Belki de alışırdık her şeyin gelip geçmesine.
Suyun üstünde dururmuş gibi giden vapurları gördükçe.


Ah, zaman nasıl da hınzırca geçer; tıpkı o vapurlar gibi.


Aşk nasıl biter?
Zamanın geçmesi gibi mi?


Kadın evdir, büyütür erkeği, memelerinde ya da kalbinde
Sonra her erkek bir yere gider.
Sen evsin, ben misafir, çekip gitmek bana düşer.
Hem nereye gidebilir ki bir ev?
Ancak kendi içine göçer...