28 Şubat 2014 Cuma

Ortak bir geleceğimiz var mı?

Bundan daha bir buçuk - iki yıl önce PKK’nin silahlı mücadelesi tüm şiddetiyle devam ederken, Türkiye’nin batısındaki çoğu insan, bu işin böyle ilelebet sürüp gidemeyeceğini, Kürtlerle Türkler arasındaki duygusal kopuşun bir noktada fiziksel ayrılığa evrileceğini, Kürtlerin federal ya da bağımsız devlet talebinden daha baskın bir Türk ayrılıkçılığının zuhur edeceğini ve eninde sonunda Türklerle Kürtlerin bir şekilde ayrılacağını düşünüyordu.  

Ateşkes süreci ve müzakerelerin başlamasıyla bu ihtimal biraz ertelenir gibi oldu ancak geçen Haziranda patlak veren Gezi direnişi, toplumda o ana kadar derinden işleyen ve yüzeyde fazla fark edilmeyen bir fay kırığını daha ortaya çıkardı: kaba tanımlarla, devletin yeni sahibi “İslamcılar” ile “Laikler” arasındaki kamplaşma…

Gezi’den bu yana geçen her gün, yaşanan her olay, her yeni politik gelişme, bu kırığın Kürt-Türk ayrışmasından daha büyük ve derin bir ayrışma olduğunu gösterdi. Türkiye şu an neredeyse hiçbir ortak değeri olmayan bu üç ana kampa ayrılmış durumda. Halen İslamcılar devlette, Kürt milliyetçileri belli bir bölgede egemen; laikler ise artık sadece özgürlüğünü, servetini, yaşam alanını koruma sorunuyla karşı karşıya… Bu üç kampın, bir devletin sınırları içinde zoraki ikameti haricinde hiçbir ortak paydası kalmadığı gibi her birinin gelecek tahayyülünde de diğerlerine yer yok.

Geçmişi de var ama bu yeni kamplaşmayı esas olarak referandumda yeni bir kapatılma davası riskini bertaraf eden, 2011 seçimlerinde elde ettiği mutlak başarıyla da egemenliğini perçinleyen AKP-RTE’nin Türkiye için çizdiği rota belli olmaya başladığında fark ettik.

“Rota” ne? Tam bilemiyoruz; kafalarının içini okuyamayacağımız için bilmemiz de mümkün değil; ancak 2011’den bu yana AKP-RTE’nin politikalarından ve sözlerinden anlayabildiğimiz kadarıyla kabaca şu: 1. İktidarını kalıcı hale getirmek; 2. Cumhuriyet’i Kuran’ı temel referans alan bir çeşit Neo-Osmanlı devletine dönüştürmek…

Rejimin dönüştürülmesi tasarısının ilk işaretini “dindar nesil” yetiştirme hedefiyle eğitimde 4+4+4 sistemine geçilmesi ve okullarda din derslerinin hem süre hem içerik bazında arttırılmasında görmüştük. (AKP milletvekili Ali Boğa, "Bütün okulları imam hatip okulu yapma şansını elde etmiş durumdayız"- 2012)

Bu yolda en önemli uygulamalardan biri, içkiye resmi bir yasak getirilmese de içki içilebilen kamusal alanların adım adım daraltılması (örn. Beyoğlu’nda masaların kaldırılması, Bilgi Üniversitesi’nde içkili festivalin yasaklanması, Üniversitenin Silahtar kampüsündeki restoranda içki satışının durdurulması vb), içki içenlerin “alkolik”, “ayyaş” nitelemeleriyle aşağılanması, nihayetinde gece saat 10’dan sonra içki satışının yasaklanması oldu. Burada yasağın kendisinden ziyade Başbakan tarafından dile getirilen gerekçesi dikkat çekiciydi:  "İki tane ayyaşın yaptığı yasa muteber de dinin emrettiğinin neden reddedilmesi gerekiyor?"

Bu rejim dönüşümü projesini en somut şekilde ortaya koyan gelişme ise AKP İstanbul İl Başkanı Aziz Babuşçu’nun bir derneğin toplantısında yaptığı konuşmada sarf ettiği sözler oldu: Babuşçu, konuşmasında eski statükoyla hesaplaşmadan (siz laik Cumhuriyet anlayın), bu hesaplaşmada AKP tarafından devletin kurumsal hafızasına düşülmesi gereken notlardan söz ediyor, bundan dolayı da o güne dek birlikte yürüdükleri “paydaşları” liberallerle yollarının ayrılacağını söylüyordu: “…liberal kesimler, şu ya da bu şekilde bu süreçte bir şekilde paydaş oldular ancak gelecek inşa dönemidir. İnşa dönemi onların arzu ettiği gibi olmayacak. Dolayısıyla o paydaşlar bizimle beraber olmayacaklar. Dün bizimle beraber şu ya da bu şekilde yürüyenler, yarın bizim karşımızda olan güçlerle bu sefer paydaş olacaklar. Çünkü inşa edilecek Türkiye ve ihya edilecek gelecek onların kabulleneceği bir gelecek ve bir dönem olmayacak.” 

Herhalde bundan daha net ifade edilemezdi. Babuşçu'nun sıradan bir partili olmadığını, AKP'nin kilit isimlerinden biri olduğunu not edelim.

AKP-RTE’nin bu dönüşüm tasarısını hayata geçirebilmek için haliyle iktidarını kalıcı hale getirmesi gerekiyordu. Bu nasıl olacaktı? Demokrasiyi mi ortadan kaldıracaktı? Ona hem şimdilik gücü yetmezdi, hem de böyle bir yola tevessül etmesine ihtiyaç yoktu. Onun yerine, sürekli seçim kazanmasını sağlayacak bir sistem kurmak daha mantıklıydı. Bunun için de zaten elinde bulunan devlet olanaklarından faydalanabilir, ihale komisyonlarıyla bir “paralel” hazine oluşturularak bu kaynak iktidarını sağlamlaştıracak her türlü aksiyon için kullanılabilir, doğrudan ya da dolaylı yatırımlarla medya satın alınabilir, satın alın(a)mayan gazete ve televizyonlara komiserler yerleştirilerek (“Alo Fatih”) bu kurumlar Trojan yüklenmiş bir çeşit “zombi bilgisayar” haline getirilebilir, böylece devasa bir propaganda mekanizmasıyla kamuoyu manipüle edilebilirdi. 17 Aralık yolsuzluk soruşturmasından ortaya saçılan tapelerde tam da bunu gördük.

İtiraf etmek gerekir, AKP-RTE, uyguladığı bu stratejide şu ana dek hayli başarılı oldu. Öyle ki, normalde bir hükümetin 10 kez istifasını ve adı geçenlerin yargı önüne çıkmasını gerektirecek devasa bir yolsuzluk skandalını hesap vermeden geçiştirmekle kalmadı, bunu iktidarını tahkim etmek için avantaja çevirdi. Yargıya hesap vereceğine yargının kendisini ortadan kaldırıp hükümeti denetleyecek adalet mekanizmasını darmadağın etti. Şu anda Türkiye’de anayasa fiilen askıda; iktidar partisinin eylemlerini denetleyecek herhangi bir mekanizma yok. İktidar monarşiye geçtiğini ilan etse, onu anayasa ve yasalara uymaya zorlayacak sokak muhalefetinden başka bir güç mevcut değil. Daha ötesi, toplumun önemli bir çoğunluğu buna rıza göstermekte. Yukarıda değinilen araç ve yöntemlerle manipüle edilip iktidar partisinin gönüllü neferi haline getirilmiş kemik seçmen kitlesi iktidarın atacağı her anti-demokratik adımı desteklemekte, hatta daha da ilerisi için teşvik etmekte (“çalmışsa çalmış, oyum yine ona”).

İşte açmaz esasen bu noktada başlıyor: Şu ya da bu yolla iktidarını kalıcılaştırmayı ve rejimi dönüştürmeyi hedefleyen bir parti, onun her politikasını şu ya da bu sebeple (ideoloji, inanç, rant, servetten pay, ekonomik-siyasi istikrar) destekleyen genişçe bir kitle; yeni rejimde hemen hemen hiçbir özgürlüğü ve söz hakkı kalmayacak başka büyük bir kitle (laikler, Aleviler, solcular); son olarak, öncelikleri ve gelecek tahayyülü bu iki kampın öncelikleriyle hemen hemen hiçbir noktada çakışmayan nispeten daha ufak bir kitle (Kürtler) karşı karşıya… Üçünü birden mutlu edecek ortak bir gelecek yok, üçünün birden kazanacağı bir oyun yok. Görünen o ki buradan geriye dönüş de imkânsıza yakın.

Rejimi dönüştürme projesinden vazgeçse bile gırtlağına kadar yolsuzluğa batmış, bu suçun soruşturulmasını engellemek için de anayasa ve hukuku rafa kaldırarak suç üstüne suç işlemiş iktidarın yargıya hesap vermekten kurtulabilmesinin tek yolu iktidarda kalması. Onun hesap vermeden egemenliğini devam ettirmesi ise hem kendi başına bir suç hem de laik kampın yaşam alanının her gün biraz daha daralması, özgürlüklerinin yok edilmesi demek. İktidarın bir şekilde el değiştirip eski statükonun egemen olması, İslamcıların tasfiye edilerek Cumhuriyet’i fabrika ayarlarına döndürmeye girişmesi de güçlerin yer değiştirerek savaşın sürmesinden başka bir işe yaramayacak gibi. Üstelik aktif hale gelmiş El Kaide faktörüyle bu defa sandıkta değil sokakta yaşanacak bir savaş.  


Belki bugünlerin getirdiği bir karamsarlıktır ama şahsen ben Türkiye’nin bu açmazdan tek parça halinde çıkabileceğini sanmıyorum. Dilerim kansız bir ayrılık olur da üç parçaya bölünürüz. Kürt kendi devletinde, İslamcı o çok arzu ettiği seyreltilmiş şeriat düzeninde, aralarında benim de bulunduğum laik kesim de laikliğin temel ilke olduğu bir demokraside yaşar.

16 Ocak 2014 Perşembe

Ben Kendimle Barışığım



Hayırlı sabahlar. Uff, iki adım yürüdüm nefes nefese kaldım şuraya ulaşıncaya kadar. Yaşlılık zor, bacaklar taşımıyor artık. Otobüs bu durağa gelinceye kadar doluyor, yer veren de olmuyor her zaman, kalk ben oturayım diyemiyorsun, gençlere bir şey söylenmiyor. Neyse ki bugün boş koltuk kalmış. İşe mi gidiyorsun? O kollarını aç. Aç o kollarını. Öyle oturulmaz sabah sabah. Niye mi? Niyesi mi var, kısmetin kapanır, kol öyle bağlanmaz. Nikâha gitmedin mi hiç? Nikâhta hoca herkese “ellerinizi açın, dizlerinizin üstüne koyun, dua edin ki gelinin damadın kısmeti açık olsun” der. Kollarını bağlama. Nesin sen, garip misin, borçlu musun da öyle duruyorsun? İyi tamam, açma, bildiğin gibi yap. Hıh!

Burada kızımın yanında oturuyorum ben. Kocam öleli on yedi sene oldu. Karayollarından emekliydi. Ben de emekliyim, maaşım var, çok şükür muhtaç değilim. Kızım “Anne gel bizim yanımızda otur, tek başına ne yapacaksın orada, hem çocuklara bakarsın” dedi. İki kızım, bir oğlum var. Oğlum Almanya’da. Öteki kıza fazla gitmem, büyük kızımın yanında otururum. Ama onlara hiç rahatsızlık vermem, yemeğimi bile tek başıma, ayrı yerim. Kendi kendime her işimi yapabiliyorum çok şükür. Onların yemeklerini, evin ufak tefek temizliğini yaparım. Bak benim büyük damat şu bankada müdür. Yanında oturduğum damadım yani. Çok helal süt emmiş iyi bir insandır, Allah ondan razı olsun. Sivaslı. Amma çok paracı, ikide bir böyle böyle yapar elini, “Para yok mu kayınvalide, para?” der. Halbuki maaşımı alır almaz yarısını ona veririm. Yine de ikide parmaklarıyla para işareti yapıp “Para yok mu para?” der. Parası mı yok, çook.

Küçük kızım Avcılar’da oturuyor. Dolmuş şoförüne kaçtı o. Kafasızdır biraz. Bizi dinlemedi, gitti şoför adama kaçtı. Yine de diğer evlatlarımdan ayrı tutmadım. Elimden gelen yardımı yaptım. Çalışıyordum ben de, kocamınki ayrı benimki ayrı, eve iki maaş girerdi. Dişimden tırnağımdan arttırıp bunlara yedirdim. Hakkım helal olsun yine de. Ben herkesin iyiliğini isterim. Bu küçük kızım olacak hayırsıza da az yardım etmedim. Kaç kere borcunu ödedim. Kredi kartı, kredi kartı. Bi de kredi kartı çıktı şimdi başımıza. Senin neyine lazım kredi kartı? İnsan ayağını yorganına göre uzatmalı. “Ödeyemedim anne, çok sıkıştık, eve haciz gelecek” dedi. Ödeyemeyeceksen niye harcıyorsun? Ana yüreği işte. Yine de dayanamadım. Verdim, yatırdı. Ne yapacaksın, dosta düşmana karşı, seyirci mi kalacaksın, onun evine haciz gelse yine sen utanacaksın. Verdim gitti, kapattı borcunu. Kafasız bu kız, kafasız. O haliyle gitmiş araba almış kocasına, kredi çekmiş. A kafasız kızım, kocan o arabaya biner gider elin orospularını gezdirir, sen de boynuzunu cilalayıp oturursun evinde öyle.

İşe mi gidiyorsun? Ne iş yapıyorsun? Gözlükçüde mi çalışıyorsun? İyi iyi, namuslu bir iş olsun, karnın doysun da ne olduğu önemli değil. Ben kendimle barışığım. Kimsenin canını sıkmam, moralini bozmam. Ben de tamire gidiyorum işte Haseki’ye. Yok araba tamiri değil, ne arabası, kendimi tamir ettireceğim, hastaneye gidiyorum hastaneye, doktora, kontrole gidiyorum. Ameliyat oldum elimden. Bak, buradan. Buradan kestiler böyle, sinirin çevresini açtılar. Bileğimde sinir sıkışması varmış. Tünel hastalığı mı ne diyorlar. Elini iş için çok zorlayanlarda olurmuş. Sağ olasın. Yirmi sene çalıştım ben, hademelik yaptım okullarda, temizlik falan, el ne yapsın kol ne yapsın. Ameliyat ettiler. Eskisi olmaz tabii. Bir bardak suyu zor kaldırıyorum, elektrik gitmiyormuş parmaklara, sinirler yani, o yüzden güçsüzmüş. Yaşlılık işte. Parça değişse de kendi malı gibi olmaz. Ama şimdi iyiyim. Ben kendimle barışığım. O küçük kızım şimdi hastanede bekliyor beni. Ben kendi başıma da yaparım işlerimi ama “Ben de yanında bulunayım anne” dedi. 75 yaşındayım. Her işimi kendim yaparım çok şükür. Zamanında kafasızlık yaptı ama affettim artık. Ben herkesin iyiliğini isterim.

Mezarlığa yaklaşıyoruz. Dua edelim. Ölüler dua ister, mezarlığın yanından geçerken dua edeceksin, hiç değilse bir Fatiha okuyacaksın, o mezarlıkta senin ölün olsun olmasın, mezarlıktan geçerken illa dua edeceksin. Bizim rahmetli Güngören Mezarlığı’nda yatıyor. Dua biliyor musun? Neyse, ben senin yerine de ederim. “Bismillahirrahmanirrahim. Elhamdü lillâhi rabbil’alemin. Errahmânir’rahim. Mâliki yevmiddin….. ğayrilmağdûbi aleyhim ve leddâllîn”. Bir gün hepimiz ölüp gideceğiz. Hepimizin duaya ihtiyacı var. İnsanın arkasında dua edeni olacak. Bak bunlar yatıyorlar burada, vaktinde bunlar da bizim gibi gezip tozuyordu, teeey. Şimdi sessiz sedasız yatıyorlar. Çoğunun geleni gideni, dua edeni kalmamıştır. Üzerinde bir karış ot. Onların yerine de biz okuyacağız. Biz aslen Balkanlardan gelmişiz, muhacırız biz. Dedemin zamanında, Cihan Harbi’nde. Ta oralardan yayan gelmişler karda kışta. O zaman ne otobüs var ne uçak. Önce İstanbul’a gelmişler. Her şeylerini bırakıp gelmişler. Sonra devlet Trabzon’a yerleştirmiş dedemleri. Çocukluğum Trabzon’da geçti. Zaten çok geçmeden evlendim. Benim adam Kayseriliydi. Samsun’da oturduk. Evimiz vardı Samsun’da. Duruyor daha. Oğuzdan birine verdik, o oturuyor. Kira mira vermiyor, eve baksın yeter dedik, viran olmasın, elektriğini suyunu ödesin yeter. Oğuz Oğuz. Türkmen değil, Türkmen mi değil mi bilmem ben. Bizim orada Oğuzlar derler, Oğuz, köylü demek, yani kafası çalışmayan, cahile Oğuz derler bizde.

Sonra İstanbul’a geldik. Çapa’da oturduk. Oradan Güngören’e taşındık. Çapa’daki ev küçüktü. Eski yapı, her tarafı dökülüyor. Her sene bir yerini tamir ederdik yine de başa çıkamazdık. Biz de sattık. Çocuklar büyüdü, evlendi gittiler. Küçük kızım şoföre kaçtı. Şoför o, a kafasız kızım, şoför, şoförle ne yapacaksın? Gecesi gündüzü olmaz. Gül gibi de kızdı. Ama kafasızdır biraz işte. Bir gün baktık eve gelmedi, bekle bekle yok, ara tara bulamadık, sonra haber geldi ki kaçmış. Ne yapalım kendi etti kendi buldu dedik. Yine de yardımımı esirgemedim. Ne zaman başı sıkışsa yardımı esirgemedim. Büyüğü öyle değil. O okudu, işe girdi, kendi gibi okumuş birini de buldu, şimdi bankada müdür, geldi istediler Allahın izniyle, verdik, anlı şanlı düğünle gitti. İki de çocuğu oldu. Biri kız biri oğlan. Altın gibi çocuklar, edepli uslu. O kızımın yanında duruyorum ben şimdi. Onlara yük değilim, her işimi kendim yaparım. Ben kendimle barışığım. Ama o damadım çok paracı, çok. Beni görür görmez hemen elini böyle böyle yapar, “Para yok mu, para?” der. Parası mı yok? Var. Kendisinin maaşı, kızım da çalışıyor, ikisi de iyi de maaş alıyor, Allah bereket versin. Çocukları da akıllı, hele kız torunum hepsinden akıllı. Giyinmesini, oturmasını kalkmasını bilir. Saygılı, terbiyeli.

Kız dediğin onun gibi olacak. Kadın kısmı kendine dikkat edecek, kendine laf getirmeyecek. Ben bir erkekle konuşurken gözüne bakmam. Yabancı erkeğin gözüne bakılmaz. Kocam öleli on yedi sene oldu. Daha bir erkeğin gözüne bakmadım. Bir kere Bakırköy’de, yirmi yirmi beş sene önce, densizin biri diyor ki bana “Nereye gidiyorsun?”. “Sana ne edepsiz!” dedim, “Sen kimsin, nesin de nereye gittiğimi soruyorsun? Bana bak, senin bacağını kırdırırım, sen her gördüğün kadına böyle askıntı mı olursun!” Gıkını çıkaramadı, kuyruğunu kıstırıp defoldu gitti. Senin hanım nereli evladım? Evlisin değil mi? Çanakkaleli mi? Allah Allah! Sen nereden geldin de buldun Çanakkaleli karıyı? Çoluk çocuk var değil mi? İyi iyi, Allah bağışlasın. Çalışıyor mu karın da? Çalışması iyi. Şimdi tek maaşla geçinmek zor evladım. Ama dikkat edeceksin. Gözün üzerinde olacak. Oo neler yapıyorlar neler… Evden uzaklaştı mı tamam. Her şey kadının elinde oğlum, sen ne kadar dikkat edersen et kadının içinde varsa kaşla göz arasında yapar. Sağlam kadını da ordunun içine koysan kılına halel gelmeden çıkar. Kadın kendine sahip olacak.

Devir kötü evladım. Şuncacık kızlar, daha kıçını yıkayamıyor erkek peşinde. Ellerinde telefon pıt pıt pıt. Bi sevgili tutturmuşlar. Bizim zamanımızda sevgi mevgi yoktu. Bu da sonra çıktı. Gelir isterlerdi seni, büyükler konuşur anlaşır uygun görürlerse verirdi. Kocan olacak adamı göremezdin bile. Şimdi oo iki günde tanışıp karı koca olup üçüncü gün ayrılıyor el kadar çocuklar. Benim bu küçük kızın bir kızı var çok fena o. Daracık pantolon giyiyor, her tarafı meydanda, “Kızım böyle giyme, erkekler götünü eller, insan gibi giyin” diyorum, “Hele kolaysa ellesin anneanne, tekmeyi koydum mu iki büklüm ederim onu” diyor. Elledikten sonra tekmeyi koysan ne olacak kafasız. Yapar gerçi, delidir o, kimse başa çıkamaz. Anası gibi o da, kafasının dikine gider hep. Kafanın dikine gittin de ne oldu? Bula bula şoförü buldun. Oğlum Almanya’da, çok oldu gideli. Üç beş senede bir gelir. Fazla sokulmaz bize. Alman karıyla evlendi orada. Ayda bir telefon eder, nasılsın anne, iyiyim oğlum. O kadar… Olsun. O da öyle biri, bana zararı yok. Kendisi iyi olsun da benim kimseden şikâyetim yok. Ben kendimle barışığım.

Zamanında bizim rahmetliyle biraz para biriktirdik. Arsa aldım Yakuplu’dan. Bu büyük damadım diyor ki, Sivaslı olan, “Kayınvalide, Kastamonuluya çok yardım ediyorsun, kredi kartı borcunu yatırdın, arsayı da bizim üstümüze çıkar”. Kastamonulu dediği küçük kızımın kocası, şoför olan, ona diyor. Bu büyük damadım çok paracı bu, çok. “Olmaz” dedim, “Ben ahretimi yıkamam, ben ölünceye kadar duracak, ben öldükten sonra neyim var neyim yoksa herkes hakkını alacak.”  Evin var, işin var, bankada paran var, karın çalışıyor, daha ne istiyorsun? İnsanoğlu doymuyor evladım, hep aç.


Senin annen-baban sağ mı oğlum? Baban öldü demek? Hep erkekler önce ölür. Annen senin yanında mı? Hımm, gidip geliyor. Ne yapsın zavallı, anneler hep öyle, bir orada bir burada. Nereye gidersen git huzur bulamazsın. Ben kendimle barışığım. Şuramda bir ağrı var, onu da soracağım doktora. Kim bilir ne vardır. İyi mi olacağız bu yaştan sanki, illa bir yerden bir şey çıkacak. Yeter ki Allah ele ayağa düşürmesin, arıca etek, kuruca yatak. Yine de Allah bilir. Vaden dolmadan gidemezsin, çekeceğin varsa da çekersin. Senin da başını ağrıttım oğlum. Başını çok ağrıtmadım değil mi? Sağ ol yavrum sağ ol. O kollarını da açsan iyiydi. Kısmetin kapanır. Benim hatırım için değil, kendi kısmetin için aç. Bak böyle daha iyi, işin iyi gider bugün. Dua edeceğim senin için. İşin gücün rast gelsin. Hayırlı insanlarla karşılaştırsın. Haseki’ye yaklaştık. İki durak mı var, bir durak mı? He, bundan sonraki durak. Kızım gelmiştir şimdi, bekliyordur, “Ben senden önce gelir orada beklerim anne” dedi. Ben yavaş yavaş kalkayım, anca ulaşırım kapıya. Başını ağrıttım oğlum, kusura bakma. Yok, ben inerim, yardıma ihtiyacım yok şükür. Sağ ol, Allah senden razı olsun. Hadi Allaha emanet ol. Dua edeceğim senin için, kısmetin açık olsun. Hadi allahaısmarladık. Kollarını bağlama.

1 Ocak 2014 Çarşamba

Okuduğum En İyi 67 Roman


Kimse benden böyle bir şey istemedi ama şöyle bi “Ölmeden Önce Okumanız Gereken 100 Roman” türünden bir liste de ben yapayım dedim. Bi kenarda dursun; belki birilerine lazım olur.
Niye böyle listelerde alışıldığı gibi 100 değil 101 değil, “67” roman? Bir anlamı yok; aklıma gelenleri sıraladım, kitaplığımı gözden geçirdim, bunlar çıktı. Listemin ilk 10’una en beğendiklerimi koydum ve bunlar arasında da sıralamaya biraz dikkat ettim ama geri kalan 57’si büyük ölçüde tesadüfen sıralandı. Listede bir tek kadın yazar yer alıyor; bu biraz da benim ayıbım, çünkü çok az kadın romancı okudum. Önümüzdeki günlerde bu ayıbı gidermeye çalışacağım. Fantastik edebiyatla pek aram yoktur; o nedenle bu türden her listeye girebilecek fantastik edebiyat başyapıtları benim listemde yer almıyor. Aynı şekilde, her listenin vazgeçilmezlerinden olan kimi romanlar da yok (örn. Moby Dick, Murakami romanları vb) çünkü ben okumadım. Herkesin okuyup hakkını teslim ettiğini zannettiğim Sefiller, Don Quijote, İnce Memed gibi klasikleri ise listeye koymaya lüzum görmedim. Ta ergenlik yıllarımda okuyup beğendiğim ama şu anda teması, dili, üslubu hakkında hiçbir şey hatırlamadığım klasikleri de listeye almadım. Bazı yazarların okuyabildiğim tüm romanlarını bu listeye koymak isterdim, (örn. Dostoyevski, Vonnegut, Orhan Kemal, Yaşar Kemal,  İ.O. Anar, Kundera, O. Pamuk gibi) ama mümkün olduğunca çok sayıda yazardan az sayıda roman olsun istedim. Son olarak; bu listeyi bir yıl önce ya da sonra yapsam mutlaka şimdikinden farklı bir liste olurdu. Buyurun:


1.      Anayurt Oteli – Yusuf Atılgan
2.      Yabancı – Albert Camus
3.      Niteliksiz Adam – Robert Musil
4.      Suskunlar – İhsan Oktay Anar
5.      Tehlikeli Oyunlar – Oğuz Atay
6.      Karamazof Kardeşler – F.M. Dostoyevski
7.      Kabil – Jose Saramago
8.      Heba – Hasan Ali Toptaş
9.      Bulantı – Jean Paul Sartre
10.  Dönüşüm - Franz Kafka
11.  Bin Dokuz Yüz Seksen Dört – George Orwell
12.  Aylak Adam – Yusuf Atılgan
13.  Tutunamayanlar – Oğuz Atay
14.  Berlin Alexander Meydanı – Alfred Döblin
15.  Yüz Yıllık Yalnızlık – Gabriel Garcia Marquez
16.  Yaşam Başka Yerde – Milan Kundera
17.  Kara Kitap – Orhan Pamuk
18.  Sessiz Ev – Orhan Pamuk
19.  Suç ve Ceza – F.M. Dostoyevski
20.  Cinler – F. M. Dostoyevski
21.  Otomatik Portakal – Anthony Burgess
22.  Kırmızı Pazartesi – Gabriel Garcia Marquez
23.  Gölgesizler – Hasan Ali Toptaş
24.  Muhteşem Gatsby – F. S. Fitzgerald
25.  Mezbaha No 5 – Kurt Vonnegut
26.  Ulysses – James Joyce
27.  Gecenin Sonuna Yolculuk – L. Ferdinand Celine
28.  Bir Kış Gecesi Eğer Bir Yolcu – Italo Calvino
29.  Savaş ve Barış- Lev Tolstoy
30.  Venedikte Ölüm – Thomas Mann
31.  Yengeç Dönencesi – Henry Miller
32.  Saatleri Ayarlama Enstitüsü – A. Hamdi Tanpınar
33.  Bir Gün Tek Başına – Vedat Türkali
34.  Çavdar Tarlasında Çocuklar – JD Salinger
35.  Denizi Yitiren Denizci – Yukio Mişima
36.  Kadınlar – Charles Bukowski
37.  Çiçek Açmış Genç Kızların Gölgesinde – Marcel Proust
38.  Kürk Mantolu Madonna – Sabahattin Ali
39.  Düzelti – Thomas Bernhard
40.  Zeno’nun Bilinci – Italo Svevo
41.  Lolita – Vladimir Nabokov
42.  Amerikan Sapığı – Bret Easton Ellis
43.  İncil’deki İkinci İsa – Jose Saramago
44.  Puslu Kıtalar Atlası – İhsan Oktay Anar
45.  Parfümün Dansı – Tom Robbins
46.  Huzur – A. Hamdi Tanpınar
47.  Hoşça Kal Berlin – Christopher Isherwood
48.  Kuyucaklı Yusuf – Sabahattin Ali
49.  Bereketli Topraklar Üzerinde – Orhan Kemal
50.  Demirciler Çarşısı Cinayeti – Yaşar Kemal
51.  Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği – Milan Kundera
52.  Bir Düğün Gecesi – Adalet Ağaoğlu
53.  Benim Üniversitelerim – Maxim Gorki
54.  Fareler ve İnsanlar – John Steinbeck
55.  Gazap Üzümleri – John Steinbeck
56.  Buzul Çağının Virüsü – Vüs’at O. Bener
57.  Martı – Richard Bach
58.  Portnoy’un Feryadı – Philip Roth
59.  Arkadaş – Panait Istrati
60.  Murtaza – Orhan Kemal
61.  Boyalı Kuş – Jerzy Kosinski
62.  Tol – Murat Uyurkulak
63.  Spinoza Problemi – Irwin Yalom
64.   Semerkant – Amin Maalouf
65.  Tütün – Dimitır Dimov
66.  Sonsuzluğa Nokta – Hasan Ali Toptaş
67.  Azizler ve Alimler  -  Terry Eagleton


12 Kasım 2013 Salı

Asıl Sorun Gezi Sonrasında




Gezi Direnişi 11 yıllık AKP iktidarında bir dönüm noktası oldu. Bu dönüm noktası, sanıldığı gibi, Gezi Direnişi’ni doğuran alkol yasağı, Gezi Parkı’nın yerine kışla görünümlü AVM kondurulması girişimi, Gezi eylemcilerine karşı uygulanan şiddet gibi anti-demokratik politikalar değil AKP çevresinin Gezi’yi okuma biçimidir. Ne kadar tehlikeli bir zihniyetle karşı karşıya olduğumuzu anlamak için asıl bu çevrenin Gezi sonrası içine girdiği ruh haline bakmak lazım. Gezi eylemiyle bütün Türkiye’ye yayılan protesto gösterilerinde eylemcilere karşı sergilenen polis şiddeti bu toprakların alışıldık ceberrut devlet refleksidir. Bu tavrın en azından benim için hiç de şaşılacak yanı yok. AKP iktidarı boyunca da Gezi haricinde sayısız örneğine tanık olmuştuk.  

Hatırlanacağı gibi, AKP’nin resmî/gayrı resmî danışmanları ve maaşlı kalemşörleri direnişin yarattığı ilk şoku atlattıktan sonra Gezi’yi bir uluslararası darbe komplosu olarak lanse ettiler. Bu çevreden birkaç komplo teorisyenin ortaya attığı tez çok kullanışlı bir savunma aracı olarak AKP tarafından hemen sahiplenildi. Tabandaki insanların çoğu böyle planlı bir organizasyon olduğuna içtenlikle inandı, onların algılarını yönlendiren AKP yönetimi ve propaganda network’ü de kendileri inanmasa bile işe yaradığını görünce bu malzemeyi temel argüman haline getirdi. Gezi’yi “uluslararası komplo” olarak konumlandırınca AKP&Erdoğan da otomatikman “şeytani odakların ve bunların yerli işbirlikçilerinin kurbanı” pozisyonuna yerleşti. AKP ve çevresi Gezi’den günümüze dek Türkiye’de ve hatta Ortadoğu’da - dünyada olan biten her şeyi bu şablona göre okumaya başladı. Önceleri Gezi muhalefetini itibarsızlaştırma amacıyla kasıtlı olarak ortaya atılan bu zırva teoriyi AKPliler çok geçmeden gerçek bir olguymuş gibi kabul ettiler. Bu okuma o raddeye vardı ki tam da Gezi Direnişi sıcağında gerçekleşen Mısır’daki askeri darbenin bile aslında Türkiye’de Erdoğan’a karşı yapıldığına inandılar. (Mısır’da darbecilerin öldürdüğü Mursi yanlılarının intikamının Gezi destekçilerinden alınması gerektiği yönünde tweetler okumuştum)

Seçmeninden başbakanına, ücretli propagandacısından Twitter trolüne kadar AKP çevresi için Gezi “Komplosu” fizikteki “her şeyin teorisi” haline geldi. Faizler mi yükseldi, Gezi’nin arkasındaki Faiz Lobisi’nin işiydi; Türk lirası değer mi yitirdi, arkasında Gezici finans çevreleri vardı; Barış süreci tıkanma sinyalleri mi veriyor, Gezici darbeciler barışı dinamitleyerek hükümeti zor durumda bırakmak istiyordu; Türkiye olimpiyatları alamadı mı, sebebi Gezicilerin ve yabancı işbirlikçilerinin komplosuydu; İstanbul’da trafik mi kilitlendi, sebebi Gezicilerin araçlarıyla kasıtlı olarak kaza yapıp trafiği tıkamalarıydı, Marmaray’da aceleye getirilmiş açılış yüzünden teknik aksaklıklar mı baş gösterdi, trenleri Geziciler bozuyordu, etc etc etc…

İşte karşı karşıya olduğumuz asıl büyük sorun  bu… AKP ve çevresi gün geçtikçe bu komplocu bakışı içselleştirip kendisi dışındaki herkesi “komplocu hain düşman” diye lanse ederek her türlü muhalefeti şeytanlaştırıyor, böylelikle politika zeminini yok ediyor. Şöyle son altı ayda ülke gündemine gelen geçenleri bir hatırlarsak, Gezi Komplosu teorisi ortaya atıldığından bu yana hemen hemen hiçbir sorunu içerik boyutuyla tartışmadık. Konu hemen “X olayı Gezici komplosu mu değil mi?” noktasına getirildi ve bunu tartışmaya koyulduk. Bu şekilde hem sorunların özü gözden kaçırıldı hem de üzerinde sorun çözme görevi olan Hükümet bu sorumluluğundan sıyrıldı. Bununla da kalmadı; suç ve sorumluluk, komploculukla itham edilen sorunların mağduru durumundaki muhalefete yüklendi (İstanbul trafiğinde çile çeken Gezi taraftarı bir muhalifi gözünüzün önüne getirin). Gezi’den bu yana neredeyse her türlü muhalefet, hatta trafik sorununda olduğu gibi AKPli yerel yönetimlerin veya hükümetin çuvallamaları bile komplo teorileriyle açıklanmaya başladı.

Bununla eşzamanlı olarak, Tanrı tarafından Türkiye’ye bir lütuf olarak bahşedilmiş ancak uluslararası şeytani güç odaklarının hedefi durumundaki, hatadan münezzeh bir lider (Erdoğan) miti oluşturuldu. Bu mit inşası Gezi süreci öncesinde başlamıştı ancak Gezi’yle birlikte elle tutulur gözle görülür hale geldi. “Dünya lideri”, “Dik dur eğilme, bu millet seninle” gibi sloganlarla kültleştirilen Erdoğan’a yönelen her eleştiri suç olarak görülmeye başladı. İktidar yandaşı kalemşörler bunu öylesine bir imanla benimsediler ki içlerinden biri, açıklamaları Erdoğan tarafından sürekli tekzip edilip aşağılanan “Hükümet Sözcüsü” Bülent Arınç’ın bu aşağılamaya isyanını bile “darbecilik” olarak niteledi. Bir politik lideri böyle bir konuma yerleştirdiğiniz zaman da onun her sözünde bir hikmet, her işinde bir hayır, bunlara itiraz edilmesinde de komplo görmeniz doğal hale gelir. Yaşadığımız da aynen bu.

İktidar ve yandaşları farkında mı bilmem ama böyle davranarak politika yapma, konuşma, tartışma zeminini tamamen ortadan kaldırıyorlar. Artık mevcut sorunlara eklenmiş ve onların da en üstüne çıkmış en büyük sorunumuz budur. Bu hükümetin ve başbakanın bu ülkeye ilahi bir lütuf olarak gönderildiğine, o ilahi misyonun tamamlanması için onun hep iktidarda kalmasına ve ona yönelen her itirazın darbe amaçlı şeytani bir komplo olduğuna iman etmiş insanlar o muhalefeti engellemek için her şeyi yapabilirler. Gezi sürecinde bunun örneklerine tanık olduk. Gezi’ye ucundan kenarından destek vermiş ya da hükümetin yanında konumlanmamış herkes bugün işini/gelirini, yazı yazdığı köşesini kaybetme ve itibarsızlaştırılma tehdidiyle karşı karşıya. Merkez medya susturulmuş, muhalefet fiilen parlamentoya hapsedilmiş, parlamento da bir kişinin kendinden menkul kararları doğrultusunda onay merci haline getirilmiş durumda. Tam da bu boşluktan dolayı patlayan parlamento dışı muhalefet ise yukarıda sözünü ettiğim komplo yaftasıyla şeytanlaştırılıp şiddetle bastırılıyor.

Bir hükümeti ve lideri tanrısal bir misyonla görevlendirilmiş, hep iktidarda kalması gereken bir güç, ona yönelen her muhalefeti de “darbe tertibi”, “uluslararası komplo” olarak gören bir zihniyetin herhangi bir otoriter rejim zihniyetinden pratikte hiçbir farkı yoktur. Bu komplocu bakış, bu “Türkiye AKP’ye ve Erdoğan’a mecbur” algısı var olan biçimsel demokrasiyi ortadan kaldırmak da dahil her türlü sonuca kapı aralar. İstikamet de oraya doğru…



14 Eylül 2013 Cumartesi

Unutma Mevsimi


Giderken çöpü çıkarsana, kova ağzına kadar dolmuş dedi annem, oturduğumuz iki katlı köhne apartmanın kapıcısı falan yoktu, geç kaldım şimdi yarın atarım anne dedim, yarın da unutursun unutma da bari yarın at dedi, bugünlerde her şeyi unutuyorsun sen, evet unutuyorum anne, ne çabuk başladı sende de unutkanlık daha yaşın kaç dedi annem, biraz oldu anne dedim, epey büyüdüm sayılır artık ben de, evde şeker bitti diye kaç defa söyledim onu almayı da unutmuşsun yine dedi, haklısın onu da unuttum anne dedim, akşam markete uğrar eksikleri alırım, dur telefonun alarmını eve dönüş saatine ayarlayayım çalsın da hatırlarım o zaman dedim, biz eskiden bir şeyi hatırlamak için parmağımıza ip dolardık dedi annem, o günlere ben de yetiştim anne, bilirim ama o zaman da çoğu defa o ipi niçin doladığımı unuturdum dedim, oğlum sevdalı mısın nesin sen, ne olacak bu halin dedi annem, baktım bu konuşma böyle uzayıp gidecek, tamam tamam deyip kestim.

Bunları konuşurken bir yandan da giyiniyordum, mavi beyaz puanlı kravatımı aradım bulamadım, canım sıkıldı, mavi kravatımı nereye koydum acaba sen gördün mü hiç diye sordum anneme, nerden bileyim, görmedim ben dedi annem, hep kravat askısına asardım ama yerinde yok dedim, ne bileyim oğlum iyi bak oralara dedi annem, bir kravat nereye konabilirdi ki, kendime de kravata da kızdım, başka ve hiç de giydiğim gömleğe uymayan bir tanesini taktım mecburen, anne akşam biraz işim var geç geleceğim dedim, yine ne işiymiş bu hani alışveriş yapacaktın dedi annem, bir toplantıya katılacağım eksikleri yarın alırım anne dedim, yine unutursun sen dedi, unutursam sen hatırlat anne dedim, benim aklım seninkinden sağlam mı sanki dedi annem, hem ben uyurum sen gelinceye kadar dedi, uykun gelirse uyu da ben yokum diye yemeğini sakın ihmal etme anne dedim, hem zaten biliyorum ben gelmeden uyuyamazsın sen dedim, canım bir şey yemek istemiyor, bazen de yemeyi unutuyorum dedi, bak sen de unutuyorsun işte diyecektim, vazgeçtim.

Ayakkabımı bağlarken eğilmekte zorlandığımı hissettim, anlaşılan bu kış biraz daha kilo almıştım, orta yaşı geçen adamların neden hep bağcıksız ayakkabıları tercih ettiğini anlar gibi oldum, aman oğlum yediklerine dikkat et, spor yap, göbeği salma, bağcıksız ayakkabılara mahkum olacaksın sen de bu gidişle dedim kendime, hiç olmazsa akşamları evde biraz mekik çekeyim de vücut esnekliğini kaybetmesin diye de ekledim, sözümde duramayacağımı da biliyordum ama. 

Neyse ayakkabıyı da bağladım, saçımı şöyle bir sağdan bir soldan arkaya doğru sıvazladım, sanki çok saçım varmış gibi, buna da şükür, iyi ki tamamen dökülmedi dedim, hem perçem tarafından dökülmeyişi de artı bir avantaj diye düşünerek iyice teselli ettim kendimi.

Ben çıkıyorum anne dedim, ekmek falan var mıydı evde, var biraz yeter bana zaten yediğim ne ki, tek başına yemek de yiyemiyor insan dedi annem, alıp geleyim mi bir tane dedim, yok yok yeter bana dedi, bıkmadın bu yalnızlıktan dedi birden bire, şimdi senin boyunda çocukların olmalıydı senin dedi, neyse anne gecikiyorum, sonra konuşuruz bunları dedim, hep sonra hep sonra, zaten her şeyi sonraya bıraktın, yaşıtların torun sahibi olacak, neyi bekliyorsun anlamadım dedi annem, anne gecikiyorum ekmek istiyor musun istemiyor musun dedim, istemiyorum ekmek mekmek, ben torunlarım olsun istiyorum dedi annem, yok mu anne maaşallah bir dolu torunun var öbür çocuklarından dedim, onlar başka seninki başka dedi, olur anne benden de olur Allah ömür verirse inşallah dedim, Allah ömür vermiş vermesine de sen kullanmayı bilmedin dedi annem, haklısın anne ne diyeyim, kullanmayı bilemedim ömrümü dedim, öyle deme yavrum ben onu demek istemedim dedi annem, üzülmüştü, pişman oldu dediğine, az biraz durakladım, düşündüm sonra ben çıkıyorum anne dedim, çıktım.

Bir taksi çevirdim, tam binecekken cebimi yoklamayı akıl ettim, korktuğum başıma geldi, cüzdanımı evde unutmuştum, bir de çantaya bakayım belki dalgınlıkla oraya atmışımdır dedim, ama çantada da yoktu, cüzdan yoktu ama elbise dolabında aradığım mavi kravatım çantadaydı, içimden güldüm, yav bu nasıl girmiş buraya dedim kendi kendime, özür dilerim dedim şoföre, eve dönmem gerek, cüzdanımı unutmuşum, sorun diil beyefendi dedi, isterseniz binin, eve kadar gidelim cüzdanınızı alır gelirsiniz dedi, çok teşekkür ederim, aslında olabilirdi ama şimdi hatırladım evde ufak bir işim de vardı dedim, peki dedi, gaza bastı gitti adam, fırının önünden geçerken ekmeği hatırladım, neyse ki ceketimin cebinde bir miktar bozuk para varmış, bir ekmek alayım dedim, benim o yönde bir talebim olmamasına rağmen tezgâhtaki soğuk ekmeklerden değil, fırından yeni çıkan sıcak ekmeklerden birini seçip verdi fırıncı, torbaya yapışmasın diye de bir kâğıda sardı, susamlı ekmek akşamları mı çıkıyor sadece dedim, laf olsun diye, evet abi onun hamuru ayrı dedi, güzel yapıyorsunuz onu, elinize sağlık dedim, sağol abi dedi adam, sevinmişti, arzu ederseniz ayırayım size kaç tane isterseniz dedi, sağolun, bugün geç döneceğim, yetişemem zaten dedim.

Zili çalmadım kapıyı anahtarımla açtım, birden beni karşısında görünce şaşırdı annem, kulakları ağır işittiğinden bazen kapının tıkırtısını duymazdı, suç üstü yakalanmış gibi alelacele gözlerini silmeye başladı, ağladın mı sen anne dedim, yok ne ağlaması, gözüme kirpiğim kaçtı herhal dedi annem, ağlamışsın işte anne o kirpik kaçması falan değil, hem iki gözüne birden mi kaçtı dedim, yok yok ağlamadım dedi, hem niye geri geldin sen ne oldu dedi, bu defa da cüzdanımı unutmuşum anne dedim, endişeli bir sesle, oğlum aklına mukayyet ol sen de biraz, ne bu böyle, bir doktora falan git dedi, lafa tuttun beni o yüzden unuttum anne, doktorluk bir şey yok dedim, ekmeği gösterdim, bak ekmek aldım sıcacık hadi kalk da kahvaltı yapalım dedim, gözleri parladı birden, sen işe geç kalmadın mı dedi annem, bugün de geç gideyim bir şey olmaz dedim, iyi tamam ben hemen çayı koyayım dedi annem, sen bi yüzünü falan yıka ben koyarım çayı dedim, sabah namazı için abdest aldıydım ama uyumuşum dedi, başörtüsünün ucuyla gözlerini bir kez daha silip heyecanla kalktı.

Ceketimi çıkardım, bir sandalyenin arkalığına emaneten asıp mutfağa geçtim, tüh, içme suyu damacanın dibinde azıcık kalmış, neyse ki bir çaylık kadar çıktı, ulan içme suyu da bitmiş, bu ne be evle bütün ilişkimi koparmışım ben dedim, çaydanlığı ocağa yerleştirip demliğe bir kaşık çay attım, su kaynayıncaya kadar ıslanıp açılsın diye azıcık da su koydum, yumurta haşladım, soydum tabaklara dilimledim, üzerine biraz pul biber ektim, biraz zeytinyağı gezdirip az bir şey de limon sıktım, bir domates dilimledim, tahinli pekmez ve yeşil salamura zeytin de çıkardım.

Bir türlü alışamadığı takma dişleriyle lokmaları ağır ağır çiğnerken, şu domatesleri bu kadar iri doğrama n'olur, zaten dişim kesmiyor, nasıl diş yaptı bu adam da kör pıçak gibi dedi annem, valla kusura bakma anne biraz aceleye mi getirdim ne dedim, çayından irice bir yudum çekip onun yardımıyla yutmaya çalıştı iyi çiğneyemediği lokmasını, öyle demek istemedim dedi sonra birden annem, neyi öyle demek istemedin anne domatesi mi dedim, yok yok, hani biraz önce Allah ömür vermiş de sen kullanmayı bilmedin dedim ya onu dedi, amaan anne ona mı ağladın sen de şimdi ben o lafı çoktan unuttum bile dedim, sevindi, tamam onu unutman iyi ama her şeyi de unutma oğlum dedi annem, peki cüzdanı evde unutmam iyi mi oldu kötü mü oldu şimdi sence dedim, gözlerime baktı, güldü, sahiden bazı şeyleri unutmak da iyi mi oluyor ne dedi annem, güldük.

Yemeği hızlı yerim, çabucak bitirip kalktım, sofrayı toparlama işini de ona bırakıp ceketimi tekrar giydim, cüzdanımı, telefonumu, anahtarımı yanıma aldım mı diye kontrol ettim, hatta gözümdeki gözlüğümü de, çünkü onu da unuttuğum oluyordu bazen, hatta bazen de unuttuğumu sanıp aramaya başlıyor ve bulamıyordum da elimi gözüme attığımda zaten yerinde olduğunu fark ediyordum, öğününü geçirme, yemeklerini vaktinde ye, ilaçlarını da yut tamam mı dedim anneme, tamam tamam yerim, sen yine de geç kalma akşam dedi annem… 

27 Haziran 2013 Perşembe

Acı Kaybımız


Gezi Parkı Direnişi hepimizi hazırlıksız yakaladı. Gezi Parkı’nın yıkılıp yerine “tarihi” Topçu Kışlası replikası yapılmasına karşı çıkan ve bunun için yaklaşık bir buçuk-  iki yıldır mücadele eden Taksim Platformu da, 27 Mayıs sabahı onlara müdahale eden polis ve emri veren Başbakan da, bugün Direnişin yanında ya da karşısında yer alanlar da işlerin bu noktaya geleceğini asla tahmin edemezdi. Neticede bu eylem, gücü ve etkisi sınırlı bir çevreci grubun Gezi Parkı’nın park olarak kalması için verdiği mücadeleden başka bir şey değildi. Görünüşte de öyleydi, gerçekte de… Başka bir zaman olsa muhtemelen bugüne kadar da öyle kalır, hatta birkaç gün konuşulduktan sonra gündemin gürültüsü içinde kaynayıp giderdi. Ancak ilk müdahaleyle hemen hemen aynı günlere denk gelen iki gelişme Gezi Parkı Direnişini basit bir kent&çevre duyarlılığı eyleminden toplumsal ayaklanmaya dönüştürdü.

Bunlardan biri, içki satışı ve kullanımına çeşitli kısıtlamalar getiren düzenleme, diğeri ise İstanbul Boğazı’na yapılacak üçüncü köprüye “Yavuz Sultan Selim” adının verilmesiydi. İçki kısıtlaması düzenlemesinin kendisinden ziyade Başbakanın “iki sarhoşun çıkardığı kanunlara uyuyorsunuz da dinin emrettiği şeye niye karşı çıkıyorsunuz?” sözleriyle dile getirdiği gerekçesi uyumakta olan derin bir toplumsal fay hattını harekete geçirdi. Bu fay hattı, ta Refah Partisi’nin 1994 yerel seçimlerinde kazandığı zafer günlerinde laik kesimde oluşan “bunlar yaşam tarzımıza müdahale edecek, ülkeyi teokratik bir rejime sürükleyecek” endişesiydi. Bu kesimde bu endişe hep vardı; ancak buna inananlar bile Refah Partisi ve ardılı olan AKP’nin istese bile bunu yapacak gücünün olmadığını biliyordu; doğrusu AKP de bu endişeleri haklı çıkaracak icraatlardan uzak durmaya çalışıyordu. Erdoğan’ın içki kısıtlamasını savunma gerekçesi sözünü ettiğimiz kesimin endişelerini güçlendiren en somut kanıt oldu. Çünkü artık Erdoğan, elinde sınırlı yetkileri olan bir belediye başkanı, askeri vesayet altında bir başbakan, her an kapatılma tehdidiyle yüz yüze, rejimin üvey evladı bir partinin lideri değil, bütün erki elinde toplamış bir muktedirdi. Elindeki iktidarla istediği şeyi hayata geçirebileceğini kanıtlamış, açığa vurduğu niyetiyle de yapmak istediği şeylerin pek hayra alamet olmadığını göstermişti. Bu vaziyet o ana kadar “endişeli modernler”e alay ve istihzayla yaklaşan benim gibi birçok kişiyi de endişeye sürükledi.

Üçüncü köprüye Yavuz Sultan Selim adının verilmesi ise Alevi-Sünni fay hattını harekete geçirdi. Alevi kesiminde Yavuz adının nasıl bir çağrışımı olduğunu bilen bilir. Kısaca belirtmek gerekirse, Aleviler Yavuz'u döneminde 50 bin Anadolu Alevisini öldüren padişah olarak bilirler. Köprüye Yavuz adını uygun görenlerin niyeti ne olursa olsun, Aleviler bunu kendilerine karşı yeni bir ayrımcılık, yeni bir yok sayma, yeni bir meydan okuma olarak algıladı ve sokağa döküldüler. Örneğin, Gazi Mahallesi’nde, Hatay’da, Adana’da günlerce süren protesto ve direniş eylemlerinin asıl tetikleyici sebebi Gezi Parkı’ndaki ağaçlardan ziyade “Yavuz” meselesiydi. 

Başbakan, icraatları ve sözleriyle, bilerek ya da bilmeyerek toplumun en tehlikeli gerilim alanlarını harekete geçirmişti. İşte Gezi Direnişi böyle bir momente denk geldi ve direnişçilerin de onların düşmanlarının da asla öngöremeyeceği bir boyut kazandı. Bir yandan Başbakanın Gezi direnişiyle ilgili ilk günden itibaren ettiği sözler, bir yandan protestoculara uygulanan polis şiddeti ateşi harlayan birer körük işlevi gördü; insanları öfkelendirdi, tepkinin boyutunu ve şiddetini daha da arttırdı. Böylece, normalde bir park evreninde olup bitecek bir olay, iktidarın nobranlığı ve kışkırtması sonucu toplumsal bir ayaklanmaya dönüştü.

Durum böyleyken, toplumsal tepkinin sebepleri ve dinamikleri ayan beyan ortadayken Başbakan ve çevresi direnişi önce “üç beş çapulcu”nun marifeti olarak yaftalayıp küçümsedi; o “üç beş çapulcu”yu bastırmakta başarısız olunca da bu defa “faiz lobisi”, “uluslar arası komplo”, “dış mihrak” öcülerine sarıldı. Bu çok tanıdık bir tepkiydi. Başbakan, yenilgiye uğrattığı eski statükocuların dilini benimsemişti.

Başbakanı biraz tanıyan herkes onun bu kötücül potansiyele sahip olduğunu bilir. Burada beni asıl şaşırtan, hayal kırıklığına uğratan, entelektüel namusuna ve vicdanına güvendiğim, Gezi süreci öncesi çok konuda hemfikir olduğum bir kısım yazar, gazeteci ve akademisyenin ve bunların daha ünsüz benzerlerinin Gezi Direnişi’ne karşı tavrı oldu. Taraf gazetesinden ayrılan grup başta olmak üzere, iktidara yakın çeşitli gazetelerde yazan ve genellikle “liberal”, “özgürlükçü solcu”, “muhafazakâr demokrat” kimlikleriyle tanınan bu kişiler bir anda vicdan sahibi özgür birer beyinden, korkularının, komplo teorilerinin kördüğümünde eli ayağı dolaşmış zavallı birer iktidar apolojisti haline geldiler. Gözümüzün önünde günden güne Yalçın Küçük’ün, Banu Avar’ın, Ergün Poyraz’ın karşı kutuptaki taklitlerine dönüştüler.

Gezi Direnişi’ne en hazırlıksız yakalananlar bunlar oldu. İlk günlerde herkes gibi onlar da ne olup bittiğini anlayamadılar. Eylemde ilk dikkatlerini çeken şey solcu, sosyalist, ulusalcı sanatçı ve aktörlerin Gezi Direnişi’ne destek vermesi oldu. Gezi’ye ilk tepkileri de Memet Ali Alabora gibi isimleri karikatürleştirip dalga geçme şeklindeydi. Eylemler yukarıda bahsi edilen diğer iki faktörün etkisiyle yaygınlaşıp kitleselleştikçe bu defa direnişin bileşenlerine odaklandılar. Her biri kendi hesabıyla direnişe katılan veya daha doğru bir tanımla “yamanan” CHP, İP-TGB gibi partilerin ve devrimci fraksiyonların flamaları Taksim’de görününce asıl aradıkları “marker” de ortaya çıkmış oldu. Haklılık hissiyle derin bir nefes alıp “tarafsız” pozisyonlarının doğruluğuna emin oldular. İlk savunma hattını da Gezi direnişinin bileşenlerine bakıp “bunlar ulusalcı darbeciler; bunlar arkaik, şiddet bağımlısı devrimciler; bunlardan iyi bir şey sadır olmaz” teziyle bu noktada oluşturdular. Ne de olsa kendileri ne devrimci ne ulusalcıydılar; onların yer aldığı bir eyleme destek vermemelerinden doğal ne olabilirdi? 

İlerleyen günlerde yaygınlaşan, “Tayyip İstifa” sloganı ve 28 Şubat’ın ışık açıp kapama eylemini hatırlatan tencere-tava eylemleri, bu kişilerin direnişe karşı yeni bir savunma hattı inşa etmelerine yardımcı oldu. Gezi direnişinin arkasında darbe tertibi vardı! Asıl amaç da Tayyip Erdoğan’ın şahsında demokrasiyi yok etmekti! Dolayısıyla, direnişe direnmek darbeye direnmekti! (Bkz. Yıldıray Oğur: “Diren Demokrasi”) Artık direnişe açıkça tavır almak namuslarına halel getirmezdi! Nasılsa ortada darbe tehlikesi falan yokken, “darbe karşıtlığı” gibi risksiz bir pozisyonla elini sıcak sudan soğuk suya sokmadan üstün bir konumda kalma lüksü vardı.

Direniş uzayıp yaygınlaştıkça “tarafsız” duruş kiminde utangaç bir direniş karşıtlığına, kiminde pervasız bir iktidar savunuculuğuna dönüştü. Bu dönüşüm de “üç beş çapulcu” küçümsemesinin yerini “faiz lobisi”, “OTPOR”, “dış mihrak” öcülerinin almasıyla birlikte gerçekleşti. Direniş uzayıp boyutlandı ama buna karşı darbe girişimine dair de herhangi bir emare belirmedi. Darbe tezi de inandırıcılığını kaybetti. Böylece “direnişe karşı direniş” barikatına daha sağlam, daha kullanışlı malzemeler lazım oldu. Çoğu Yiğit Bulut gibileri kadar kayışı koparmadıkları için “telekinetik suikast” tezlerini pek telaffuz etmediler ama komplo teorilerinin komplo teorisi gibi görünmeyen daha inceltilmiş, daha akla yatkın versiyonlarına yöneldiler. Örneğin, birden bire Gezi direnişinin aslında Kürt sorunu çözüm sürecini, barışı hedeflediğini “keşfettiler”. Bu anlamda hiçbir kanıt sunamamalarına, çözüm sürecinde İmralı heyetinde yer alan BDPli Sırrı Süreyya Önder’in Gezi direnişinin fitilini ateşleyen isim olmasına, Gezi Parkı işgaline bireysel olarak BDPlilerin de destek vermesine rağmen âlemi kör herkesi sersem yerine koyup bu tezi seslendirmeye başladılar. Bu da görünüşte tıpkı darbe karşıtlığı gibi ahlâklı bir duruştu! Yalnız ufak bir kusuru vardı: Direnişçiler arasında Kürt barışını dinamitlemek isteyen pek kimse görünmüyordu!…Tek tük öylesi şaşkınlar çıksa bile onlara ilk tepki yine direniş içinden geliyordu.

Gezi direnişi bu kesimin elinde adeta istedikleri zaman istedikleri şekli verebildikleri bir oyun hamuru olmuştu. “Ulusalcı ünlülerin gösteri alanı”, “darbe tertibi”, “demokrasiyi ve seçilmiş başbakanı yeme girişimi” ve son olarak “barış sürecine sabotaj”! Başlangıçta Gezi Parkı eylemindeki bazı göstergelere bakarak koydukları hatalı teşhis onları her adımda daha büyük bir hata yapmaya zorladı ve giderek ahlaki bir çıkmazın içine girdiler. Direnişin kötülüğünü ve kendi pozisyonlarının haklılığını kanıtlama adına pespaye birer yalancı, arsız birer iktidar borazanı haline geldiler. İktidarın dayatmacı anti-demokratik politikalarını, polis şiddetini, yok yere ölen, sakatlanan, yaralanan insanları görmezden gelip bir de sözüm ona demokrasi ve barış savunucusu pozu edindiler. Bunlara göre, Gezi direnişinin ana gövdesini oluşturan partisiz gençler, sol örgütler, çevreciler, demokratlar, “Yavuz” hoyratlığına itiraz eden Aleviler, yaşam tarzı özgürlüğünü savunmaktan başka arayışı olmayan “modern” kentliler vs işi gücü bırakıp demokrasiyi ortadan kaldırmak ve barışı sabote etmek için ölümü göze alarak direnişe geçmişti!

Kendilerini öyle sıkıntılı bir pozisyona hapsettiler ki böylesi iler tutar yanı olmayan akıl dışı tezleri bile savunmak zorunda kaldılar. Örneğin bunlardan biri, “Gezi’de komplo yok diyorlar; komplo yok demeleri komplo olduğunun kanıtıdır” gibi kargaları güldürecek bir şeyi dahi söyleyebildi. İş öyle bir noktaya geldi ki artık bu insanlarla Gezi Direnişi’ni akıl mantık ve terbiye sınırları içinde tartışma imkânı kalmadı.

Gezi Direnişi’nin sayısız toplumsal, politik sonucu oldu; daha da olacak. Benim için en acı sonuçlarından biri, daha bir ay öncesine kadar her konuda anlaşamasak da fikren, vicdanen kendime yakın bildiğim bu insanların böylesi bir noktaya savrulmaları oldu. Direniş, koca bir entelektüel mahalleyi de ıskartaya çıkarıp tarihin hurdalığına attı. En azından benim nazarımda...


12 Eylül 2012 Çarşamba

Mavi Bir Sevgili İçin

I.
Hep mi güzeldin, yoksa o gün mü güzelliğin üzerindeydi? Birden alnımı bir duvara çarpmış gibi oldum. Bir duvarmışım da yıkılmış gibi oldum. Bir çiviymişim de bir duvara çakılmış gibi oldum. Kalbim bir duvarla çevrilmiş gibi oldum. Dünyanın kalanından bir duvarla ayrılmış gibi oldum. Bir duvarmışsın da dibine gömülmüş gibi oldum.

II.
Hep mi maviydin, yoksa yanımdayken mi bütün maviliğin üzerindeydi? Bakışın o kadar maviydi ki gökyüzü ve denizler birleşse, ancak o kadar mavilik bir araya gelirdi. Bütün ressamlar maviyle çalışsa, ondan çok daha mavi. Herkes aynı anda mavi bir şey düşünse, yaklaşık o kadar mavi. Dünyaya baksan aydan, o kadar güzel ve yuvarlak bir mavi. Boğulsam da bir denizde dibe çökmem yüz yıl sürse, öylesine koyu ve derin bir mavi. Benliğim maviye keserdi ya, sen de görürdün, işte onun gibi bir mavi.

III.
Dünyaya bir uçurum olarak mı geldin, yoksa uçurum olmayı mı sevdin? Ucundan kaç defa düştüm de yine uslanmadım. Gidince bir yanım uçurum kaldı, ikide bir yuvarlanıp düştüm. Uçurumları kıyasladım boşluğunla, eksik kaldılar hep yanında. Uçurum bitkileriyle söyleştim ot dilinde. Deniz kuşlarını seyrettim ayağı denizle öpüşen uçurumların terasında. Martılar ne çok uçtu; ne çok şey anlattılar uçurumlarda biten aşklara dair.

IV.
Hep mi hayaldin, yoksa gidince mi hayale dönüştün? Senin için yazdıklarıma bakınca anlıyorum; sahiden varmışsın. Şimdiki sana bakıyorum; sanki sen hiç yokmuşsun. Senden haber alıyorum; aslında hiç varolmamışsın. Dilime yapışan kelimeleri tekrarlayınca anlıyorum; “sence” diye bir dil konuşurmuşum. Unutmanın ilmini çalışıyorum; olmayabilirmişsin. “Düş nedir?” diye düşünüyorum; galiba senin gibi bir şeymiş. “Ya gerçek?” diyorum; belki sen olabilirmişsin.

V.
Güzeldin, gördüm
Maviydin, sevdim
Uçurumdun, düştüm
Hayaliz, bildim...