8 Aralık 2011 Perşembe

Pi Ülkesi








Pi, bir vasatlık ülkesiydi. Vasatlığın tanımı ve bizzat kendisiydi. Pi ülkesinde her şey bir ortalamada karar kılardı. Ülkenin Dünya denen gezegende yer aldığı coğrafi konum bile ortalarda bir yerdeydi. Ne Güney, ne Kuzey. Ne Doğu ne Batı. Hem Güney hem Kuzey. Hem Doğu hem Batı. Bir yanıyla Doğulu bir ülkeydi, bir yanıyla Batılı. Topraklarının yüzölçümü bakımından dünyanın en büyük ülkeleri arasında yer almıyordu ama küçük de sayılmazdı. Aşırı kalabalık değildi ama yine de önemli bir nüfusa sahipti. Ekonomisi güçlü sayılmazdı ama kendi kendine yetebiliyordu. Finans sistemi ziyadesiyle kırılgandı ama en ağır krizlere bile dayanabiliyordu. Pi ülkesi hep ortalarda koşan, hiçbir yarışı kazanamasa da ilk turlarda elenmeyen, dereceye giremese bile hiçbir zaman sonuncu da olmayan bir atlet gibiydi. Pi ülkesinin gergin derisinin altında yıpranıp pelteleşmiş bir kas yığını vardı. Yine de bu yumuşak kas yığını birçok işi yapmaya muktedirdi. 

Pi dili biraz tuhaf bir dildi. Pi dilinde bir kelime hem kendi anlamında hem de tam tersi bir anlamda kullanılabilirdi. Mesela “hayır” kelimesi hem hayır hem evet anlamına gelebilirdi. Yine de hayır’ın evet anlamında kullanılması sorun yaratabilirdi. Pi dilinde her duruma uygun birbiriyle taban tabana zıt anlamda en az iki özlü söz bulunur ve bunların her ikisinin de sık sık doğrulandığı görülürdü. Ancak bu karmaşaya rağmen bu dili konuşanlar birbirileriyle kolayca anlaşabiliyordu.

Pi ülkesinde her an bir şeyler başlar ama hemen hemen hiçbir şey bitmezdi. Temeli iki yüz yıl önce atılan bir liman inşaatı hâlâ sürüyordu. Öyle ki, Pi ülkesinin topraklarını miras olarak devraldığı Ui imparatorluğunun kendi ağırlığını taşıyamayıp dizleri üzerine çökmesiyle tam olarak yere kapaklanması bile yaklaşık beş yüz yıl sürmüştü. Ui imparatorluğunun yıktığı Ru krallığında ise aynı süreç sekiz yüz yıllık bir zamana yayılmıştı. Pi ülkesinin mahkemelerinde davalar kolay kolay sonuçlanmazdı. Bazı davalar dededen toruna, onlardan da kendi torunlarına miras kalırdı. Çoğu dava zamanaşımından düşer ama bir yolu bulunup tekrar açılırdı.

Pi ülkesi parlamentosu genellikle mükemmel yasalar çıkarırdı ama yasalar tam da mükemmelliği yüzünden bir türlü uygulanamazdı. Sonra bunlar biraz kusurlu olacak bir şekilde değiştirilir ancak bu defa da o kusurları nedeniyle işleyemezdi. Devlet ve vatandaşlar çözümü yasalar hem varmış hem yokmuş gibi davranmakta bulmuştu. Örneğin Pi ülkesinin ceza kanununda idam cezası vardı ama idam cezaları pek infaz edilmezdi. İdam cezalarının infazından kaçınılıyor oluşu devletin her an sertleşip parlamento izni bekleyen idam cezalarını bir çırpıda onaylayarak zavallı mahkûmları ipe çekmeyeceği anlamına gelmezdi.

Pi ülkesinin vatandaşları birbiriyle pek de iyi geçinemezdi. Ufak bir kıvılcım korkunç bir patlamaya yol açabilirdi. Ancak başka bir ülkede meydana gelse iç savaşa yol açacak bir gerginlik Pi ülkesinde önemli bir çatışmaya yol açmadan kendiliğinden yavaş yavaş sönüp gidebilirdi. Bu ülkeye dışarıdan bakan biri her an toplumsal bir kıyamet kopacak, Pi ülkesi sakinleri birbirini boğazlayacak sanırdı. İşin tuhafı Pi ülkesinin vatandaşları da zaman zaman bu ihtimalden bahseder ve geleceğe endişeyle bakardı ama o endişeler şimdiye kadar hep boş çıkmıştı. Pi ülkesinde aşırılıklar yaygın değildi ama bu durum her an korkunç bir olayın meydana gelmeyeceğini garantilemezdi.

Pi ülkesi vatandaşları ciddi, mesafeli ve asık suratlı insanlardı ancak bu ciddiyet ufak bir etkiyle yerini kolayca laubaliliğe bırakabilirdi. Pi’liler birbirini hep ikiyüzlülükle, olayları değerlendirmekte sübjektif davranmakla ve çifte standart uygulamakla itham ederdi. İşin tuhafı bu, istisnasız herkes için geçerli olacak şekilde doğruydu. Her Pi vatandaşı aynı anda hem haklı hem haksız hem sapına kadar dürüst hem aynı derecede sahtekârdı. Pi ülkesinin insanları birbirinden nefret ederdi. Ancak bu nefret onları birbirine bağlayan güçlü ve kutsal bir bağdı. Pi’liler birbirinden o kadar nefret etmese büyük ihtimalle bir arada kalamazlardı. 


Pi’liler ülkelerine hastalık derecesinde sevgiyle bağlıydılar ancak ülkelerinden aynı derecede nefret ederlerdi. Öyle ki, Batı sınırlarındaki ülkeler kapılarını kapatıp engel olmasa Pi ülkesi bir günde boşalabilirdi. Pi ülkesinin vatandaşları yardımseverdi. Düşene yardım etmeye bayılırlardı, ancak kendilerinden yükseğe tırmanana karşı da bir o kadar haset duyar ve hemen paçasından tutup aşağı çekerlerdi. Bu yüzden herkes ortalarda bir yerde dururdu. Pi ülkesinin vatandaşları inançlarına ve geleneklerine bağlı, faziletli insanlardı. Günaha girmekten, toplum tarafından kınanmaktan ve Tanrıdan korkarlardı. Ancak bu korkuları onları "ayıp", "günah", "yasak", "haram" sayılan şeylere yönelmekten, dünya nimetlerini bir ucundan da olsa tatmaya çalışmaktan geri koymazdı. 

Pi ülkesinin ordusu disiplinli ve güçlü bir orduydu. Ancak ciddi bir düşman saldırısında darmadağın olacak gibi de duruyordu -ki geçmişte bu durum birkaç defa  yaşanmıştı. Pi ülkesinin ordusu ciddi bir düşman saldırısında hezimete uğrayabilirdi fakat bu yenilgi Pi ordusunun beklenmedik bir şekilde şaha kalkıp düşmanı kovalamayacağı anlamına gelmezdi -ki bu da olmamış değildi. Bu yüzden, düşmanlarının Pi ülkesinin topraklarında gözü olsa da sonucu tam kestiremediklerinden Pi ülkesine savaş açmak istemezlerdi. 

Pi ülkesi hemen hemen her zaman kaos içindeydi ancak o kaosun kendi içinde bir düzeni vardı. İşler karmaşık, bıktırıcı ve asla anlaşılamayan bir mekanikle şaşmaz bir şekilde yürürdü. Zaman zaman ağır krizler patlardı. Her şey tıkandı, kördüğüm oldu, içinden çıkılmaz hale geldi derken aniden bir çıkış yolu bulunurdu. Bununla birlikte, o alışılmış kaotik düzen içinde her şey tıkır tıkır işlerken birden bire bütün işler sarpa sarabilirdi.

Pi ülkesinde sorunlar çözülemezdi. Sorunlar ortaya çıktıktan bir süre sonra neredeyse doğdukları koşullardan ve sebeplerden bağımsız bir şekilde, canlı bir organizma olarak yaşamaya başlar ve şehirlerin merkezindeki büyük meydanlarda dikili heykeller gibi ortada apaçık durmalarına rağmen zaman içinde varlıkları bile unutulurdu. Sorunların çözümünü ikinci ve daha büyük bir sorun haline getirmek Pi'lilerin en sıkı şekilde bağlı oldukları geleneklerinden biriydi. Bu nedenle Pi ülkesinde sorunlar, çınar ağaçları ve kaplumbağalar kadar uzun yaşardı.

Pi ülkesinde iddialı projeler büyük bir heves ve heyecanla hayata geçirilmeye başlanır, ancak uygulama asla aynı hızla yürümezdi. Baştaki heves ve heyecan yavaş yavaş kaybolur, işler savsaklanırdı. Bu yüzden her şey yarımdı; metro inşaatları, demiryolu projeleri, binalar, kaldırımlar… Ancak Pi’lilerin işleri yarım bırakma huyu bazı projeleri şaşırtıcı bir hızla tamamlamamalarına ve mükemmel denebilecek bir şekilde işlemesini sağlamalarına engel olmazdı.

Pi ülkesi demokrasiyle yönetilirdi, ancak tam da demokrasi denemezdi buna. Hükümetler halk iradesini, halkın iradesinin tam zıddı şeyleri yapmak için kullanırdı genelde. Yine de rejim bir diktatörlük sayılmazdı. Anayasa demokrasiyi güvenceye alıyordu. Fakat Anayasanın sağladığı bu güvence diktatörlüğe de bir kapı aralayabiliyordu. Zaten o Anayasayı yapan da ülkenin son diktatörüydü. Pi ülkesinde diktatörler de tam diktatör değil gibiydi. Ülkede neredeyse periyodik denebilecek aralıklarla yönetimi diktatörler ele geçiriyor ama bunlar verdikleri ilk demeçte en büyük hedef ve özlemlerinin tez zamanda demokrasiye geçmek olduğunu açıklıyorlardı. İşin şaşılası yanı, bu sözlerinde duruyorlardı da. Her diktatörlük dönemi yerini demokrasi olmayan ama demokrasi gibi de işleyen bir rejimin hâkim olduğu bir devreye bırakıyordu.

Pi ülkesinde halk diktatörleri sevmezdi, ama onların başa gelmesine de pek itiraz etmezdi. “Diktatör ebediyen iktidarda kalsın mı, belli bir süre sonra yönetimi bıraksın mı?” sorusunun sorulacağı bir halkoylamasında yüzde 99 “kalsın” sonucu çıktıktan bir gün sonra yapılacak yeni bir referandumda yüzde 95 oranında “bıraksın” sonucu da çıkabilirdi. Ancak bu durum Pi ülkesinin vatandaşlarının kafasının çok karışık olduğu şeklinde yorumlanmamalıydı. Onlar bu tür kararlarla hep optimum noktayı bulmaya çalışırlar ve şaşmaz bir şekilde hemen hemen her defasında da bulurlardı.

Her şeyin optimum noktada karar kılması sistemin en az toplumsal enerji sarfiyatıyla işlemesini sağlıyordu ancak bu kaotik ama aynı zamanda güvenli yeknesaklığın yarattığı sıkıntı da kendi başına bir sorun oluşturuyordu. Pi ülkesi bu haliyle, kirli ve ter kokan çamaşırların üzerine şık bir elbise giymiş bir soyluya benziyordu biraz. Görünüş idare ederdi ama yanlış giden, yüz yıllardır yanlış gitmekte olan da bir sürü şey vardı. Pi ülkesinde haksızlık çoktu. Eşitsizlik çok fazlaydı. Bu bakımdan gezegenin en kötü ülkesi sayılmasa da servet paylaşımındaki adaletsizlik korkunçtu. Daha da berbat olabilirdi ancak Pi ülkesinin temel özelliği olan vasatlık bu konuda da kendini gösteriyor ve sistem en diptekini biraz yukarı iterken en tepedekini de azıcık aşağı çekerek toplumsal çelişkilerin ani ve büyük bir patlamaya yol açmasını önlüyordu.

Bununla birlikte, Pi ülkesi üzerine kafa yoran teorisyenler, söz konusu ülke Pi ülkesi olsa bile bu büyük haksızlık ve çelişkilerin köklü bir dönüşüm için koşulları olgunlaştırdığını ve her an, sayısız kafanın orak yemiş buğday başakları gibi uçacağı, büyük, derin, kanlı ve sarsıntılı bir devrimin gerçekleşebileceğini iddia ediyorlardı. Bu amaçla kurulmuş devrimci “İdeal Sistem Partisi” (İSP) yaklaşık seksen yıldır “çok yakın bir zamanda” devrim olacağını müjdeliyor ve ezilen halkı bir an önce saflarına katılmaya çağırıyordu. İSP teorisyenleri Pi ülkesinde çıkan her ekonomik veya siyasi kriz için, “sistemi geri dönüşü olmayan bir noktaya sürükleyip çökertecek son büyük kriz” tespitinde bulunuyor, ancak sistem her defasında bu tespiti yanlış çıkartıp kendini toparlamayı başarıyordu. Böyle dönemlerde İSP bir süre sessizliğe bürünüp kendi içinde hesaplaşmalara girişiyor, bölünüp bünyesinden birkaç fraksiyon çıkarttıktan sonra faaliyetlerine kaldığı yerden aynen devam ediyordu.

İSP, Pi ülkesi ölçülerine göre olması gerekenden biraz fazla radikal bir örgüttü. Adına hareket ettiği halkın onu genellikle yalnız bırakmasının asıl sebebi belki de buydu. Ancak İSP yöneticileri bu yöndeki tezleri asla kabul etmez ve bu türden eleştirilere kulak asmazdı. İSP zaman zaman çok kan döken radikal bir yapı olsa da neticede o bir Pi ülkesi örgütüydü. O da tıpkı ait olduğu ülke gibi uçlarda gezinir ama ortalarda bir yerde dururdu. Savaş kararı alır, birkaç yerde bombalar patlatıp sivilleri ve azımsanmayacak sayıda güvenlik görevlisini öldürdükten sonra, aslında şiddet istemediğini açıklayarak eylemsizlik kararı aldığını ilan ederdi. Tam “bitti, İSP şiddetten vazgeçti, artık kan dökülmeyecek” derken sebebi pek anlaşılamayan ani bir politika değişikliğiyle “düşmana nihai darbeyi vurmak için” devrimci savaşa başladığını duyururdu. Bu dönemlerde çatışma şiddetlenir, devletin güvenlik güçlerinin yanı sıra İSP de ağır kayıplar verir ve geri çekilmek zorunda kalırdı. Bu şekilde “nihai savaş” İSP için bir “nihai çöküş”e dönüşür gibi olur, militan kadrolarının bir kısmı pişman olup örgütten ayrılır, örgütte şiddetli iç kavgalar başlar ve dağılma noktasına gelirdi. Ancak daha önce belirtildiği gibi, Pi ülkesinde hiçbir şey tam olarak bitmezdi. Her ne kadar insanı bıktıran Pi sistemini ortadan kaldırma amacıyla kurulmuş olsa da bu kural İSP için de geçerliydi.

Pi ülkesinde bilim de biraz farklı işlerdi. Bu ülkede su duruma göre bazen kırk bazen de iki yüz santigrat derecede kaynardı. Pi matematiğinde işlem sonuçları hesabı yapanın arzusu ve niyetine göre çıkardı. Yani sekizi dörde böldüğünüzde on altı sonucu elde etmek istiyorsanız Pi matematiğinin bu sonucu vermesi mümkündü. Yine de Pi ülkesinin bankaları ve tüccarları para işlerinde Pi matematiğini değil klasik evrensel matematiği kullanmayı tercih ederlerdi.

Pi ülkesinde öteki her şeyin olduğu gibi hikâyelerin de bir sonu yoktu.

5 Aralık 2011 Pazartesi

Olmasan




Orda öyle duruyorsun, güzelliğin dikey bir kanıtı gibi
Boşluğun kütlesinden yontulmuş canlı bir heykel
Hatların kusursuz bir orantıyla bölmüş evreni
Orada öyle duruyorsun
Her akşam o kirli kaldırım bir anlığına şenlensin diye.
Senin dışında kalan uzam ışıltısız
Kaldırımlar zaten çer çöp
Tabelalar çirkin
Havada kurşuni bir kasvet
Asfalttan tabanlarıma vuran kan uğultusu
Kulağımda savaş naraları, küfürler, ambulans sirenleri.

Bir yetim kıza bir memleket tecavüz ediyor sırayla
Erdem ve namus içinde
Ahlak ve töre içinde
Kalbimize boşaltıp kasıklarındaki zehri
Lekeli donlarını çekip mazbut yaşantılarına dönüyorlar
Çoban değil hiçbiri
Gayet vatandaş, alabildiğine millî
Belki Cumaları namaza gidecekler nikâhları düşmesin diye
“Çocuk bayramı”nda bayrak asacaklar pencerelerine.

Ah, senin dudaklarının o kızılı da olmasa kırmızıya inancımı yitireceğim.

Orada öyle duruyorsun
Her akşam bir sigara içimi müddetince. O otobüs gelinceye
Küçücüksün;
ve ellerin burada bulunuşun kadar narin ve ölümlü
Ama kainattan kesip aldığın hacim kainatın kendisi kadar büyük
Bu anlamın inancıyla ayaktayım hâlâ
Orda olmasan beni her sabah yatağa çivileyen “tekrar”ı yenip de kalkamam.

Orda öyle duruyorsun
Saçlarını usulca savuruyor rüzgâr
Kirpiklerine dolaşıyor bir teli, bir başkası ağzına giriyor.
Şefkatle tutup ensene atıyorsun
Bir elmayı dalından düşerken görsen yüreğin sızlar
O merhametin ki, aslında bir âlemi kurtarmaya yeter
Bir bilsen; bir bilseler.

Orda öyle duruyorsun
Her akşam benim hayata yeniden başlama müddetimce
İncecik boynun, vaatkâr memelerin, sıcak ve gergin karnınla
Bağırsakların gurulduyor
Ayıp bir şey düşünüyorsun, tüylerin ürperiyor aniden,
Böyle şeyler düşünmek insanı hapşırtır; hapşırıyorsun.
Acıkmış, üşümüşsün
Şehrin tozu matlaştırıyor yüzünü
Kalabalığın kiri silüetini gölgeliyor
Yoksayıyorum öteki her şeyi
Bakışım bakışına değiyor ara sıra.
Gülümsüyorsun
Tanrının iyi tarafını görüyorum gözlerinde.

Orda öyle duruyorsun her akşam
Her şey iyiye gidiyor bir anlığına
Sonra bir otobüs geliyor, biniyorsun
Kütlenden daha derin bir boşluk kalıyor geride
Gölgene bakıyorum
Taştaki ayak izlerine
Havaya çizdiğin resme
Otobüsün camından sızan bulanık bakışına
Sigaram tükeniyor, topuğumla bastırıp söndürüyorum
Bir gün daha bitiyor
Birazdan beni de alacak bir otobüs
Eve gidip kurulacağım televizyonun karşısına
Nutuk dinleyeceğim, karanlık sözler işiteceğim
İnsan mezbahasından canlı yayın var bugün yine

Ah, sen her akşam orda olmasan...

25 Kasım 2011 Cuma

Kâğıt Gemi




Canı sıkılıyordu kadının. Bir kalem alıp kâğıda bir şeyler yazmaya başladı. Yazdıklarını beğenmedi, sildi. Bu defa şekiller çizmeye koyuldu. Geometrik şekiller; çizgiler, üçgenler, daireler. Karikatür eskizleri; çöp adamlar, fırça bıyıklar, patates burunlar. Bir süre sonra çizmekten de sıkıldı. Kâğıdı katlayıp bir gemi yaptı. Ona bir isim koydu: “Derin”. Baş tarafının iki yanına mavi kalemiyle yazdı o ismi. Birkaç gün yetecek erzak yükledi: bir adet çöp kraker, sıvı ihtiyacını karşılayacak iki damla gözyaşı... Masasını bir denizmiş gibi hayal edip gemisini arkasından iterek kolunun uzanabildiği yere dek yüzdürdü; sonra tam tersi istikamete, sonra yine tersine. Daldı. Geminin içindeydi şimdi. Engin denizlere açıldığını fark edemedi, geri dönmek için çok geç kalmıştı. Bildiği tüm limanlar çok uzaktaydı, çok uzak. Yetmezmiş gibi okyanusun tam ortasında şiddetli bir fırtınaya yakalandı. Her şey suydu, her taraf rüzgâr. Kâğıt gemi azgın dalgaların üzerinde bir havaya fırlıyor, bir düşüp suya gömülüyordu. Denize fırlamamak için bir yerlere tutunmaya çalışıyordu ancak her yer tek parça pürüzsüz ıslak bir kâğıttan ibaretti. Çok sert bir dalga gemiyi buruşturup biçimsiz bir topak haline getirdi. Topağın içinde kalmıştı. Şimdi kâğıttan bir koza halini almış gemisinin içinde kalan havayı son ve derin bir nefesle içine çekti. Kara gözleri kocaman büyümüştü. Ciğerinin yeniden dışarı attığı hava kozadan dışarı sızarken ufak kabarcıklar çıkardı ama çıldırmış suda hemen kayboldu. Kâğıttan koza savrulup duruyordu denizde; ıslak, soğuk, yapayalnız. Ama karnında bir canlı büyüyormuşçasına tuhaf bir şekilde heyecanlı…

Biri kapıyı üç kere tıklattı. İçeriden ses gelmeyince tekrar üç kere daha… Yine karşılık gelmemişti, “Esma Hanıım” diye seslenip kapıyı hafifçe araladı kapıdaki. İçeri baktı. Kadın, başını masaya koymuş yatıyordu. Masanın üzerine biraz anormal bir açıyla uzanmış sağ eli sımsıkı kapalıydı.

***

İnsanın boy ortalaması Doğuya gittikçe düşüyor; ya da tersine, Batıya gittikçe yükseliyor. Güneydoğudaki memleketine gittiği zaman ortadan uzun boylu biri oluyordu. Buraya geldiği zaman ortadan kısa... Daha Doğuya, Uzakdoğu’ya gittiğinde epey uzun boylu biri olarak saygı görüyordu. Kuzeybatıya, İskandinavya’ya gittiğinde ise bayaa kısa boylu biri olarak tuhaf kaçıyordu. O da bir daha ne Doğuya, ne Batıya, ne Kuzeye gitti. Hepsini boş verip Güneye, Pigme ülkesine gidip oraya yerleşti. Yüksek dallardaki meyveleri ona toplatıyorlar.

***

Bir akıl hastanesinde doktor hastalarını günlük kontrolden geçiriyordu. Hastaları sırayla odasına çağırıyor, onlarla konuşup gözlemlerini not alıyordu. Bir süre sonra yoruldu. Aynı sorular, tutarsız cevaplar birbirini izliyordu. Adın ne? “İsrafil”. Kaç yaşındasın? “Doksan dokuz.” Bugün ayın kaçı? “Otuz ikisi.” Babanı seviyor musun? “Sigara versene.” O günkü son hastasını muayene ettikten sonra doktor gömleğini çıkarıp ona giydirdi. Koltuğunu ve masasını işaret edip “buraya otur” dedi. Oturdu. “Sigara versene” dedi hasta tekrar. Doktor askıdaki bej renkli ceketinin cebinden bir paket çıkarıp masaya attı. “Çakmak da ver.” Ceplerinde çakmak arandı, bir iki yoklama sonunda buldu, onu da attı ilgisizce. Sonra başka kimseye görünmeden çıkıp gitti. Masaya kurulan hasta sigarasını yaktı, derin bir nefes çekti. Neredeyse sigaranın yarısı… Sonra tüm paketi peşi sıra… Ve uyuyakaldı koltuğunda. Ertesi gün muayene sırası gelen hastalara o baktı. Onlara sorular sorup önündeki deftere bir şeyler yazdı. Akşam olunca gömleğini çıkarıp askıya astı ve koğuşuna gitti. Ertesi gün muayenelerine devam etti. Birkaç gün sonra son hastasıyla konuşup defterine bir şeyler yazar gibi yaptıktan sonra gömleğini çıkarıp o hastaya giydirdi, masasını ve koltuğunu işaret edip, “buraya otur” dedi. Kapıyı sessizce çekip kayboldu.

***

Kadının canı çok sıkılıyordu. Başını iyice sola yatırıp dirseğinden masaya dayadığı koluna yaslamıştı. Koltuğunda sağa sola dönüp durdu. Kalktı, pencereyi açıp dışarı baktı. Her zamanki sıkıcı manzara… Yerine oturdu, bir kalem bir de kâğıt aldı. Bir şeyler yazdı, aslında sadece harfler. Hep M harfiyle başlardı yazmaya, onun dikey ve açılı kirişlerini severdi. Sonra S’ye geçerdi. S’nin kavislerini düzgün çizebilirse sevinirdi. S’ye geçmeden bütün çizdiklerinin üstünü karaladı. Boş kalan yerlere yıldızlar, çiçekler çizdi, sonra onları da sildi. Geometrik şekiller çizmeye başladı; birbiri içine geçen çemberler, elipsler, küme simgeleri, ideogram denemeleri, fraktaller, komik insan yüzleri, kirpiksiz gözler, dişsiz ağızlar, kulaksız kafalar... Sonra çizmekten de sıkıldı. Kâğıdı katlayıp uçak yaptı. Rastgele fırlattı. İyi katlanmamış kâğıt uçak kadının attığı yönün tersine gitti. Yolunu şaşırdı, açık pencereden süzülüp gitti. Yolda dalgın dalgın yürüyen bir adamın alnına çarpıp yere düştü. Kadın uçağının nereye gittiğini görmek içine pencereden dışarıya, adam kâğıt uçağı fırlatan o densizin kim olduğunu görmek için pencereye baktı. Göz göze geldiler. Biri “tıp” demiş gibi her şey bir süre durdu. Havada boşlukta salınan tozlar, iplerinde kururken hafifçe dalgalanan çamaşırlar, rüzgârın akıntısında yüzüp giden beyaz bulut kafilesi…

28 Ekim 2011 Cuma

Gidememek



Kalbin kopmuştur yaşadığın yerden; ama ayakların hâlâ oradadır. Bir umuda bağlıdır belki; köklere, bir göreve, gövdesine kalp çizilmiş bir ağaca… Gün geçer; kalbinle ayakların arasındaki mesafe uzadıkça uzar. Bir türlü bir araya gelemezler ondan sonra…

Oradasındır ama bir geçicilik yerleşir hareketlerine. Taşınmak için toparlanan ama bir türlü taşınamayan evler gibisindir. Eşyaların denklerde; kimi orada kimi burada… Aradığını bulamazsın; bulduğunu yerine koyamazsın.
Etrafındaki renkler değişmiştir. Zihninden şimdiden silinmeye yüz tutmuştur burası. Her şey eskimiştir. Herkesin üstünü görünmez bir toz tabakası kaplamıştır sanki… Sen hariç; sen gidecek olansın çünkü… Her gün geçtiğin sokak yabancılaşmıştır. “Bıktım buradan, gideceğim!” demişsindir her gördüğüne… Herkes önce üzülmüş ama sonra kabullenmiştir müstakbel yokluğunu. Kimileri “gitme” demiştir; kimileri “git, kurtul buradan”…
Günler geçer sen hâlâ oradasındır. Artık kalanlar da gitmeni ister. Seni gördükçe kendi gidemeyişlerini hatırlarlar çünkü…


Emanet bir valiz gibi beklersin.


Gitmeyi kafana koyduğun yerle yaşadığın yer siyahla beyaz gibidir artık. Ya da biri cennet biri cehennem…
Buradaki insanlardan yorulmuş, bu sokaklarda yürümekten bıkmışsındır. Gitsen hep meleklerle karşılaşacaksın ve bacaklarına yeniden derman gelecektir.


Belki hep sıcaktır burası; sıcaktan nefret edersin. Hep soğuktur ya da; soğuk, buraya duyduğun nefretle birleşir. Oysa “orada” ne sıcaktan bunalacak ne de soğuktan titreyeceksindir. Uzaktaki bir sevgiliden söz eder gibi konuşursun.
Otobüsler, trenler, uçaklar ve senden önce gidenler… Aklın hep onlardadır. “Bir gün ben de katılacağım size” dersin, “hele birkaç sefer daha yapın. Belki bir sonrakinde”…


Oysa gidip kurtulabileceğin bir yer yok. Ama gitmenin kurtuluş olmadığını ancak gidince anlayacaksın.
Yeni yüzler göreceksin, gittiğin yerde; yeni sokaklarda yürüyeceksin, yeni aşklara tutulacaksın belki… Onlar da eskiyecek bir zaman sonra. Aslında gideceğin “yeni” bir yer yok. “Yeni aşk” diye bir şey yok. Aynı şeye aşık olur; aynı şeyden bıkarsın.


“Yeni bir ülke bulamazsın.
Bu şehir arkandan gelecektir”*


Bir kez gittin mi artık vatanın “hiçbir yer”dir.


“Dönüp dolaşıp bu şehre geleceksin sonunda. Başka bir şey umma” *


Yine de bir şehirden kopup da gidememek kadar kötüsü yoktur. Nereye gitsen kurtulamayacaksın; ama git. Gitmek dönüşün ilk adımıdır.



* Konstantin Kavafis - Şehir

13 Ekim 2011 Perşembe

Kusurdöngü




“Başlangıçta söz vardı” ama bir başlangıç yoktu.

Her şey bir sona doğru gidiyordu ama bir son yoktu.

Pek çok şey eksikti ama yine de her şey tamam gibiydi.

Hiç kimse hiçbir yere gitmemişti ama sanki kimse kalmamış gibiydi.

Herkes yola çıktığı yere dönüyordu ama dönen kimse yoktu.

Her şey baştan sona inanılmaz bir hızla değişiyor gibiydi ama neredeyse hiçbir şey değişmiyordu.

Ve yine, hiçbir şey değişmiyormuş gibi dururken her şey değişiyordu.

Oluş mükemmeldi ama mükemmel bir şey yoktu.

Her şey bir şeye sabitlenmiş gibi durağan görünüyordu ama -sabitlendikleri şeyler dahil- her şey muallakta salınıyordu.

Boşluğun biçimi yoktu ama biçimi boşluk belirliyordu.

Bir şeyler oluyor gibiydi ama aslında bir şey olmuyordu; ve hiçbir şey olmuyorken pek çok şey oluyordu.

Her şey ölçülemeyecek kadar küçüktü ve her şey ölçüye gelmeyecek derecede büyüktü.

Her şey bir şeyin içindeydi ama şeylerin içinde herhangi bir şey yoktu.

Her şey zıddıyla var oluyordu ama her şey zıddını yok etmeye eğilimliydi.

Bilinenin hanesinde artan bilinmeyenin hanesinden eksilmiyordu.

Tek tek bazı şeyler iyiye giderken toplamda her şey kötüye gidiyordu.

Her şeyin bir sınırı vardı ama sınırlı şeylerin toplamının bir sınırı yoktu.

Var olmak için yaptığın her şey yok olmanı sağlıyordu.

Her şeyin bir anlamı var gibi görünüyordu ama anlamın kendisinin bir anlamı bulunamamıştı. 

30 Eylül 2011 Cuma

Gitmek mi Zor, Kalmak mı?





Fazla acıkmamıştım ama hafiften midem kazınıyordu; hafif, sıcak bir şeyler atıştırayım dedim. Büyükparmakkapı Sokağı’nda, Beyoğlu'na yolum düştüğünde gittiğim lokantaya girip bir kâse süzme mercimek çorbası içtim. İyi gelmişti; Ahmet Rasim’in dediği gibi “kana kuvvet, göze fer, batna cila”ydı mübarek! Kalktım; bir porsiyon çorba için hesabı masaya istemeye utandım, kasada kendim ödeyeyim dedim. Adisyon fişini kasiyere uzattım; “iki buçuk lira” dedi. Cebimde epey bozukluk vardı. Üç lira çıkarıp kasa bankosunun üstündeki tabağa bıraktım. Adam parayı alıp üstünü verecekti ki, tam o anda telefonu çaldı. Normalde öyle durumlarda müşteri paranın üstünü beklemeden bırakıp gider. Ben de öyle yapacaktım. Ama bir kere adam elli kuruşu vermek üzere elini kasaya uzatmıştı. Onun o hareketi yapması benim de gitmemi engellemişti. O kadar basit ve kısa bir hareketti ki, artan elli kuruşu almam için kasanın önünde bir-iki saniye duraksamamda başlangıçta hiç de anormal bir durum yoktu. Zaten o sürede paranın üstünü beklemekten ziyade öylesine oyalanıyordum, kürdan falan arandım.

Lokantalarda hesap ödeyen müşterilerle kasadaki kişi arasında günde onlarca defa tekrarlanan bir sahnedir bu. Müşteri parasının üstünü beklerken garsonun tuttuğu ucuz kolonyayı sürer; çanta taşıyorsa onu omzuna yerleştirir; duvarlarda lokantanın tanıdık gazeteci-gurme torpiliyle yapılmış tanıtım haberlerinin çerçevelendiği tablolara bakar; bahşiş verip vermeyeceğini kararlaştırır; o sırada kasiyer otomatiğe bağlanmış parmak hareketleriyle para üstünü denkleştirip önündeki bu iş için hazırlanmış kaba bırakır; müşteri o parayı alır, içinden gelmişse bir miktar bahşiş bırakıp çıkar. Bütün bunlar birkaç saniye içinde olur biter.

Benimki de öyle olacaktı. Ancak telefon görüşmesi uzadıkça uzadı. Kasadaki adamın cevaplarından birinin yemek siparişi verdiği anlaşılıyordu. Sınıfta tek ayak üstünde bekleme cezası alan öğrenci gibi kasanın önünde dikilip kalmıştım. Ne gidebiliyor, ne de durduğum yerde rahat edebiliyordum. O parayı bahşiş olarak bırakabilirdim. Ama niçin bırakacaktım? Altı üstü bir kâse çorba içmiştim. İşyeri ya da garson bunun için bana ek bir hizmet sunmamıştı. Sıradan, standart bir servis; çorbamı masaya bırakıp gitmiş, bi “afiyet olsun” bile dememişti. Hesabı masaya istememiştim. Ayrıca, bahşişte zımni bir “yüzde on” oranı kuralı vardır. Kalan para miktarı bu kurala da uymuyordu. Hepsinden önemlisi, para üstünü öylece bırakırsam kasiyerin onu alıp benim adıma garsonların bahşiş kutusuna atacağını nerden bilecektim? O kısacık kararsızlık anında bütün bunlar zihnimden şimşek hızıyla akıp geçti.

Ben o sürede bu kadar ayrıntıyı yorumlayıp gerekli etik çıkarımları da yaptım ama kasadaki adamın telefon görüşmesi bir türlü bitmedi. Telefonun öte ucundakine yemek çeşitlerini saydı, porsiyonların büyüklüğünü tarif etmeye çalıştı, adres aldı. Bunları konuşması benim paramın üstünü vermesine engel değildi. Küçücük bir parmak hareketi yeterliydi. Ama o hareketi bir türlü yapmıyordu. Hiç beklemeden, parayı bırakır bırakmaz gitmiş olsam kalan paranın ne olacağını aslında pek umursamazdım. Adam para üstünü vermek üzere ilk hareketi yapmış olmasa zaten hiç beklemezdim. Ama bir kere süreci başlatmıştık, yarıda bırakmak kötü bir yenilgi olurdu!

Orada öylece kalakalmıştım. Ayaklarımın biri yürümek istiyor, ötekiyse oraya bağlanmış gibi kıpırdamıyordu. Hiç beklemeden çıksam bir jest yapmış olacaktım ama beklemekle o fırsatı kaçırmıştım. O kadar bekledikten sonra gitsem hem bıraktığım paranın bir önemi kalmayacak hem de niye bıraktım diye kendime kızacaktım. Sonradan kendimle kavga etmektense utanmayı göze alıp bekledim.

Ama kendime de kahrettim. Ne diye bozuk para vermiştim ki? Aslında bu gibi durumlarda genelde cebimde bozuk para olsa bile onun yerine bütün para veririm. O zaman da para üstü beklemek yadırganmaz. Verilen para üstünden bahşiş de bırakabilirim. Ama o gün hangi akla hizmet ettiysem çok kritik bir miktar para çıkarıp orada öylece esir olmuştum.

Üç adet madeni lira, öksüz üç kardeş gibi tabağımsı kabın içinde öylece bekliyordu. Ben bankonun önünde bekliyordum. Bu arada yanımdan gelip geçen garson yan gözle bana bakıyordu. Ya da bana öyle geliyordu. Garsonun içinden, “elli kuruş için bekliyor, yuh!” dediğinden emindim. Bu tahmin sıkıntımı daha da arttırıyordu. Adamın telefon konuşması bitmiyordu; sanki gitmem için konuşmayı mahsusçuktan uzatıyordu. Gözlerini benden kaçırmış “hadi git, elli kuruş için mi bekliyorsun?” der gibi bir hali vardı. Bir an ahizeyi elinden kapıp karşıdaki kişiye, “uzatma ulan işte, söyle ne söyleyeceksen de zıkkımlan” diye bağırmayı da düşündüm ama bu da yeni bir gerginlik prosedürü ve buna bağlı sorunlar yaratacaktı. Kendimi tuttum.

Sonunda bitti. Kasiyer üç lirayı kasaya atıp üstünü verdi. Suratı asılmıştı. Elli kuruşluk para üstünden vazgeçemeyip bekleyen cimri bir müşteriye güler yüz göstermesi de beklenemezdi elbette! Ama o kasanın önünde yaptığım yoğun iç muhasebeyi bilseydi bana hak vermez miydi? Bahşiş bırakmak öyle basit bir iş değildi ki!..

25 Eylül 2011 Pazar

Venedik'te Bir Ölüm





Ayaşlı sof tüccarı Hüseyin Çelebi 20 Mart 1575 günü Venedik’te öldürüldü. O vakitler Osmanlı tebaası Anadolulu tüccarların Venedik, Ancona, Livorno gibi İtalyan şehirlerinde, İtalyan tüccarların da İstanbul, İzmir, Ankara, Bursa gibi Anadolu şehirlerinde sık sık görülmesi, buralarda geçici bir süreliğine ya da tamamen yerleşmesi, başlarına çeşitli işler gelmesi ve ölmesi, öldürülmesi çok da sıra dışı bir olay sayılmazdı. Hüseyin Çelebi’nin ölümünü ötekilerden ayıran, ondan geriye bir grup belge kalmış olmasıdır. Bu belgelerin en önemlisi Hüseyin Çelebi’nin terekesidir. Tereke, Hüseyin Çelebi’den geriye kalan kişisel eşyaların bir listesi, defin masrafları ile borç ve alacaklarını içermektedir.


Merhumun ölümü sırasında amcası Ahmed bin Kassab da Venedik’teydi ve olaydan sonra Hüseyin Çelebi’den geriye kalan kişisel eşyaların satışı, yarım kalmış ticari sözleşmelerinin tamamlanması ve cenaze işleriyle uğraşmıştı. Amca Ahmed bin Kassab, bu işlemlere ilişkin her şeyi tek tek kayda almıştı. Hüseyin Çelebi arkasında sermaye olarak yüklü bir miras da bırakmıştı. O zamanki miras hukukuna göre onun belgeleri ayrı düzenleniyordu; o belgeler ise günümüze ulaşmamıştır. Hurdevât (ufak tefek) listesi olarak belirtilen liste, o dönemdeki Osmanlı gezgin tüccarının maddi kültürüne ilişkin değerli bilgiler ihtiva eder.


Hüseyin Çelebi'nin Venedik pazarında satılıp elde edilen geliri cenaze masraflarına harcanan eşyaları arasında neler vardı?


Merhum tüccar, ayakkabı olarak “başmak” ve bunun içine de bir mest giyiyordu. Ayrıca yeni bir çift de çizmesi vardı. Soğuk havalarda çizmelerin içine kalçalara kadar çıkan bir iç donu (aba kalçin) giyiyordu. Üstlük olarak biri lacivert, ötekisi siyah iki adet feracesi vardı. Ferace o zamanlar zengin ve seçkin kimselerin giydiği bir elbiseydi. Bunların yanında bir de keçeden kolsuz ceketi (kebenek/kepenek) vardı. Hüseyin Çelebi, günümüzün takım elbiselerine denk düşen iki adet kaftana, onların değerinde bir başka kışlık yünlü üstlüğe ve bir tür kısa ceket olan bir çuka’ya sahipti. Beline sardığı bir ipek kuşağı (mukaddem kuşak) vardı. Kaftanın altına zibun denen yelek giyiyordu; Hüseyin Çelebi’nin iki tane de zibunu vardı. Bunların altına da don denen bir çeşit pantolon, gönlek (gömlek) veya mavi bir çakşır (çakşur tuman) giyiyordu.


Başını örtmek için bir burgı denen üç parça hafif pamuklu kumaştan yapılma bir dülbend’i ve o zamanın modası bir yelken takye’si (kulaklıklı başlık) vardı. Anadolu’dan Venedik’e giden uzun yolda soğuktan korunmak için yanında velense, keçe ve çul denen çeşitli örtüler taşıyordu. At üstünde rahat yolculuk için bir yastığı (muhayyer yasdık), namaz kılmak için seccadesi vardı.


Çeşitli şeyleri bağlamak için ipleri, kumaş parçaları, eşyalarını ve satmaya götürdüğü kumaşlarını koymak için sandıkları, torbaları, kutuları, heybeleri vardı. Mallarının tozunu almak için beş tane çuka süpürgesi, kumaş kesmek için bir makası (mikras), yağmurdan korunmak için üç adet muşambası vardı.


Satışlarda yaptığı anlaşmaları yazmak ve imzalamak için yanında bir divit, bir şahsi mühür ve kâğıt taşıyordu. Okumak ya da muska olarak bulundurmak amacıyla çeşitli dua metinleri içeren iki adet evrakı da mevcuttu.


Tüccar Hüseyin Çelebi yanında silah da taşıyordu. Bunların içinde gümüşlü kılıcı çok değerliydi, ki Venedik pazarında 18 dükaya alıcı bulmuştu. Ayrıca bir de daha çok yemek yapmakta kullandığı bir Şam bıçağı vardı.


Hüseyin Çelebi uzun yolculukları sırasında yemek yapmak için yanında neredeyse tam teşekküllü bir mutfak taşıyordu. Neler yoktu ki mutfak eşyaları arasında: deriden bir körük, bakır tencere, tava, tereyağı taşımak için debbe-i revgan denen özel bir kutu, bir kepçe, bakır sahan, tepsi, sofra bezi, peçete olarak kullanmak için destmal (mendil), su içmek için matara, elini yüzünü yıkamak ve abdest almak için bir ibrik, mükeyyifat malzemesi olarak da bir afyon hokkası (hokka-i berş).


Merhum Hüseyin Çelebi’nin şahsi eşyaları, amcası Ahmed tarafından Venedik’te Müslüman tüccarların huzurunda satıldı. Ahmed bin Kassab, öldürülen yeğeni Hüseyin’in Venedik’teki tüccarlardaki alacaklarını toplamış, borçlarını da ödemişti. Borçları arasında 9 düka tutarında oda kirası da vardı. 9 düka iyi bir paraydı, bu da Hüseyin Çelebi'nin Venedik'te uzunca bir süre kalmış olduğunu gösteriyordu.


Hüseyin Çelebi, Venedik’te İslami defin kurallarına uygun biçimde toprağa verildi. Cenaze bir "yuyucı" bir de "su koyucı" (yıkayıcı ve su koyucu) tarafından yıkanıp kâfur, libân ve gülsuyuyla ovulup kefenlendikten sonra tabuta kondu. Merhumun taksiratını affettirmek için fakirlere sadaka dağıtıldı; ıskât ve salât okundu. Hüseyin Çelebi’nin tabutu bir gondola kondu. Cenazeyi defnetmek üzere Müslüman tüccar cemaat de beş ayrı gondola binip Hüseyin Çelebi’nin gömüldüğü meçhul mezara doğru yola çıktı.


Yeğeninin İslami usule uygun bir şekilde defnedilmesi için her türlü ihtimamı gösteren amca Ahmed bin Kassab, hesabını bilen basiretli bir tüccar olarak bu işler sırasında, gondolcuya verilen bahşişten, mezar kazmak için kullanılan kazma küreğin ücretine kadar yaptığı tüm masrafları tek tek kaydedip Hüseyin Çelebi’nin terekesinden ödedi.


***
Kim Var İmiş Biz Burada Yoğ İken


Yukarıdaki satırları yeni dönem Türk tarihçiliğinin yüz akı isimlerinden Cemal Kafadar’ın “Kim Var İmiş Biz Burada Yoğ İken” adlı kitabından özetleyerek aktardım. Kafadar’ın kitabı, son yıllarda okuduğum en ilginç ve keyifli çalışmalardan biriydi. Kafadar bu kitabında farklı tarihlerde yayımlanan dört makalesini bir araya getirmiş. Bu makalelerin farklı ve ilginç yanı, alışılagelmişin dışında Osmanlıya kurumlar ve seçkinlerin değil sıradan bireylerin perspektifinden bakıyor olması…


Kitapta, biri yukarıda değindiğim Ayaşlı kumaş tüccarı Hüseyin Çelebi olmak üzere Osmanlı tebaası dört kişinin hayatından kesitler veriliyor. Öteki üç kişi; babasından kalan arazi üzerinde haklarını korumak için divan-ı hümayuna başvuran yeniçeri Mustafa, İstanbul’da günce tutan “Sohbetname” adlı hatıratın yazarı Seyyid Hasan adlı derviş ile rüyalarını kaleme alarak bunları mektupla şeyhine gönderen ve bu yolla irşad edilmeyi bekleyen Üsküplü Asiye Hatun…


Bunu ilginç kılan ise bu dört hayattan geriye kalan belgelerin her birinin birer yargıyı kırıyor olmasıdır. Kafadar bunu şöyle anlatıyor: “Bu kitapta okuyacağınız yazıların her biri bir şaşkınlık ürünüdür. Yeniçerilerin ‘bozulma’ devrinden önce askerlik dışında hiçbir işle uğraşmadığını; uluslar arası ticarette Müslümanların rol oynamadığını; modern Batı değerlerini özümseyene kadar Osmanlı dünyasında kimselerin günce tutmadığını, hatta kişisel tecrübelerini kaleme almadığını sanıyordum.”


Hüseyin Çelebi’nin terekesini incelerken 1500’lü yıllarda Osmanlı ile Avrupa arasındaki ticaretin sanıldığı gibi Avrupalı tüccarların tekelinde olmayıp Osmanlı tebaası tüccarların da İtalya’nın en canlı ticaret merkezlerinde boy gösterdiğini, Yeniçeri Mustafa’nın dilekçesi karşımıza çıktığında, Yeniçerilerin Osmanlının yükseliş döneminde bile askerliğin yanı sıra başka işlerle de uğraştığını, Seyyid Hasan’ın Sohbetname’sini ve Asiye Hatun’un şeyhine yazdığı mektupları okurken de Osmanlı dünyasında bireylerin bundan yüzyıllar önce bile hatıralarını ve kişisel tecrübelerini kaleme aldığını öğreniyoruz.


Ancak Kafadar’ın kitabı sadece bu özelliğiyle öne çıkmıyor. Özgün tarih felsefesiyle de benzerlerinden ayrılıyor. “Tarih yok olanla değil, bir zamanlar var olanla ilgilidir” diyen Kafadar, tarihe modern zamanın “ulus” birimiyle somutlanan “biz” perspektifinden bakmanın yanlış olduğunu, kitapta ele alınan kişilerin kendilerini bir ulusun parçası olarak görmediklerini, kişilerin benlik algısının ve bireyliklerini yaşama biçimlerinin zamana ve bağlamlara göre değiştiğini vurguluyor.


Cemal Kafadar’ın bu rahat okunan, hacim olarak küçük ama içerik bakımından dopdolu kitabını tüm tarih meraklılarına, tavsiye ederim.
....

Bukowski'yi Niçin Severiz?








Charles Henry Bukowski 1920’de Almanya’da doğar. İki yaşındayken ailesi ABD’ye göç edip Los Angeles’a yerleşir. Çocukluğu ABD'deki büyük ekonomik kriz dönemine denk gelir. Babası kriz nedeniyle birçok insan gibi işsiz kalır. İnsanlar işlerini kaybettikleri halde durumu komşularına belli etmemek için sabah işe gidiyormuş gibi evden çıkıp paydos saatlerinde dönmektedirler. Onun zaten her zaman gösterişçi bir adam olan babası da aynı şeyi yapar. Çocukluğu bu zorluklarla, üstüne annesinin ilgisizliği ve babasının baskısıyla geçer. Koleje kaydolduğu yıllarda bütün vücudunda korkunç bir akne çıkar. Ceviz büyüklüğünde yumrular biçiminde kendini gösteren “akne vulgaris”... Hastalık, yüzünde ömür boyu taşıyacağı izler bırakmıştır. İnsanlardan kaçar. Bu içe kapanma dönemi aynı zamanda yazma isteğinin ortaya çıktığı yıllardır. Kısa öyküler kaleme alır.

Delikanlılık yıllarında bir daha bırakmayacağı alkolle tanışır. Alkol, giderek hem en iyi dostu, hem de sefil yaşantısını bir ölçüde dayanılır kılan en büyük yardımcısı olur. İkinci Dünya Savaşı patladığında kendisi de askerlik çağına gelmiştir. Ancak psikolojik uyumsuzluk tanısıyla çürüğe ayrılır.

Okumaya düşkündür; bir gün kütüphanede yazar John Fante’nin bir kitabı eline geçer. Fante’nin kısa cümleleri, sade yazma üslubu onu çok cezbeder. Onun gibi yazmaya çalışır. Bunda da başarılı olur. Ancak yazdıklarını yayıncılara kabul ettirmesi zordur. Eve kapanıp aralıksız yazdığı öykü ve şiirlerini ABD’nin hemen her yanındaki yayınevlerine gönderir. Ama hiçbirinden olumlu yanıt alamaz. İlk öyküsü ancak yirmi dört yaşındayken yayımlanır. İki yıl sonra biri daha. Ancak bunlar onun için tatmin edici değildir. Yazmayı bırakıp ABD’yi gezmeye başlar. Amaçsız biçimde bir şehirden ötekine savrularak dolaşmakta, ucuz pansiyonlarda konaklamakta, zamanın çoğunu barlarda geçirmekte, bir işten çıkıp bir başkasına girmektedir.


Postane

Hayatı bu tempoda giderken bir gün ağır bir alkol komasına girer, otuz beş yaşındadır. Ölümün eşiğinden döner. Taburcu olduktan sonra bir daktilo satın alıp yeniden yazmaya başlar. 1950’lerde bir süre çalışıp ayrıldığı Los Angeles postanesine geri döner. Bu arada edebiyat çevrelerinde yavaş yavaş tanınmakta, şiirleri, öyküleri çeşitli dergilerde yayımlanmaktadır. Bu gelişiminde ilk evliliğini yaptığı yayıncı Barbara Frye’ın payı büyüktür. Kimse yüzüne bakmazken Barbara onun şiirlerini yayımlayacağına söz vermiştir. Üstelik ona, "Sen Amerika'nın en iyi şairisin" diye iltifat eder. Aslında Barbara’nın da boynundaki sakatlık nedeniyle bir kadın olarak yüzüne kimse bakmamaktadır. Bukowski de onunla evleneceğine söz verir ve gerçekten de evlenirler. Sonu ayrılıkla biten bir evliliktir bu. 


Postanede 1969 yılına kadar çalışır; o yıl yayıncısından aldığı ömür boyu maaş teklifini kabul ederek postaneden ayrılır, iki ay içinde de postane yaşamını anlattığı romanı “Postane”yi yazar. Bir yeraltı gazetesi olan “Open City”de “Pis Moruğun Notları”nı kaleme alır. Bu yazıların “underground” çevrelerde ve üniversite öğrencileri arasında şöhretinin yayılmasında önemli katkısı olur. Sonraları özel şiir matinelerine çağrılan, bu işten para bile kazanabilen bir şair haline gelir. Okuyucu ve dinleyicilerinin çoğu üniversite öğrencileridir.

"Pis Moruk"
Bukowski onu tanıyanların çoğuna göre pek de makbul bir adam değildir. Yaşadıklarını yazmakta, bu yazdıklarıyla çevresindeki insanların mahremlerini açıklamakta, üstelik kişileri ve olayları alabildiğine çarpıtıp karikatürize etmektedir. Çalıştığı işyerlerini, arkadaşlarını, yayıncılarını, cinsel yaşamını, tuvalet faaliyetlerini, kabızlığını, hemoroidini, sevgililerini en ince ayrıntısına kadar yazılarına malzeme yapar. İki ruhlu bir adamdır; sarhoş olduğu zaman rezil, saldırgan, küfürbaz, kırıcı, kaba bir hergele; ayık zamanlarında ise aşırı derecede utangaç, gayet munis ve zararsız bir adamdır. Düzyazı ve şiirlerinde hep uçlarda yaşayan, ölümün kıyılarında gezinen toplumun en alt tabakasındaki insanları anlatır, kendisinin de onlardan biri olduğunu iddia eder; bu iddiası bir ölçüde doğrudur da. Ancak o parasının hesabını iyi bilen, faiz ödememek için bütün faturalarını zamanında yatıran, evlilik dışı doğan kızının nafakasını asla geciktirmeyen sorumluluk sahibi bir vatandaştır aynı zamanda.

Kadınlarla ilişkileri hep belalıdır. Gençlik yıllarında hemen hiçbir kız yüz vermez. Barbara’yla evlenip boşandıktan, bir yazar olarak az - çok tanındıktan sonraysa hayatına kadınların biri girer biri çıkar. Aldatır, aldatılır, terk eder, terk edilir. Ama o hayatına bir biçimde bulaşan her kadından yazınsal bir malzeme elde etmeyi bilir; bu malzemelerden de “Kadınlar” adlı romanı doğar.

Resim yeteneği de vardır. Fırsat buldukça bir şeyler çizer. Alkol, öykü, şiir, resim ve kadınlardan başka at yarışına da meraklıdır. Yoksulluk yıllarında işsiz kaldığı zamanlar at yarışından kazandığı parayla geçindiğini söyler. Hipodromlarda geçen birçok öyküsü vardır. Elli yaşını hayli aştıktan sonra bir anlamda şansı döner. Artık ne para ne de yayıncı bulmakta zorlanmaktadır; Avrupa'dan, ABD'nin her yanından kadınlar onu aramakta, ziyaret etmektedirler. Ünlü yazarlar, aktörler ve sanatçılarla arkadaş olmuştur. Hayatı ve eserleri sinema için epey malzeme barındırmaktadır. Bunlardan derlenen senaryoyla bar yaşamını konu alan "Bar Sineği" adlı film çekilir. Kendisi de bu filmin yapım öyküsünden "Hollywood" adını verdiği kitabını çıkarır.

Son olarak az sayıdaki kurgu eserinden biri olan detektif öyküsü "Pulp"ı yazar. 1994 yılında 74 yaşında öldüğünde arkasında çok sayıda eser bırakmış, tüm dünyada tanınan, sevilen bir yazar ve şairdir.

Azizlerden çok sapkınlar
Bukowski Amerikan edebiyatının köşe taşlarından biri sayılmaz. Çok iyi bir öykücü ya da sıra dışı bir şair olup olmadığı da tartışılır. Hele öyle çocuklara örnek insan diye anlatılacak biri hiç değildir. Zaten kendisi öyle olmadığını şu sözlerle anlatır: “Beni tanıyan herkesin size söyleyeceği gibi, makbul biri değilim. Kötü adamı sevdim hep, kanunsuzu, hergeleyi. İyi işleri olan sinekkaydı traşlı, kravatlı tiplerden hoşlanmam. Ümitsiz adamları severim, dişleri kırık, usları kırık, yolları kırık adamları. İlgimi çekerler. Küçük sürpriz ve patlamalarla doludurlar. Adi kadınlardan da hoşlanırım; çorapları sarkmış, makyajları akmış, sarhoş ve küfürbaz kadınlardan. Azizlerden çok sapkınlar ilgilendiriyor beni. Serserilerin yanında rahatımdır, çünkü ben de serseriyim. Kanun sevmem, ahlak sevmem, din sevmem, kural sevmem.”

Böyledir ama nasıl olmuş da önce ABD’de daha sonraları da bütün dünyada çok sevilen, çok okunan bir yazar olmuştur? Tabii burada Bukowski'yi sevenlerin "sevgi"sinden söz ediyoruz. Kitabını iki sayfa okuduktan sonra fırlatıp atan da çoktur. Bunu saymazsak, mesela ben niçin sevdim Bukowski’yi? Tam olarak anlatabilmek zor ama galiba şu nedenle: Eserlerinde bir öykü karakteri ve yazar olarak Bukowski her zaman en diptedir, iflah olmaz bir kaybedendir. Umutsuzluğunu anlatır, sizi o umutsuzluğun içine çeker ama orada bırakmaz. İçtiği barların, yaşadığı pansiyonların sefaletini, çalışma hayatının acımasızlığını, insanların sonsuz aptallıklarını göz önüne serer. Sığınağı “hiç”liktir. Bir kere hiçlikle tanıştıktan sonra artık hiçbir şeyin ondan daha kötü olamayacağını, ancak o durumda bile yaşamak için birçok neden bulunabileceğini görürsünüz. Bukowski’nin yaşadıkları birçok kişi için bir intihar nedeni olabilir ama o sizi asla intihara teşvik etmez. Tam tersine bu dünyanın, hayatın ve aşkın intihar etmeye bile değmeyecek ölçüde aptalca, sıradan, komik ve geçici olduğunu gösterir. Anlattıklarının ne kadarı gerçek yaşam, ne kadarı kurgu olursa olsun sizi anlattığı şeye inandırır.

Acıdan kıvrandığım, dünyanın anlamsız ve saçma bir yer olduğunu düşündüğüm bir dönemde elime geçen bir Bukowski kitabına sabah uyandığımda başlamış, bitirinceye kadar da yataktan kalkamamıştım. Kitap bittiğinde ise kendimi tuhaf bir şekilde iyi hissetmiştim. İyi edebiyat böyledir zaten, Bukowski’yi sevenler sanırım bu yüzden seviyor.

23 Eylül 2011 Cuma

Eylüldendir






Sabahları uyandığımda yatağımın başucunda asılı takvime alt tarafından bakıp hâlâ birçok sayfası olduğunu görünce seviniyordum; daha yılın bitmesine çok var diye. Yarıyı geçmiş ama yılın bitmek üzere olduğunu gösterecek kadar da incelmemiş. İyi bi şeydi bu... Ancak ayağa kalkıp gün ve ayın yazılı olduğu ön yüzünü görünce üstüme bir yorgunluk ve hüzün çöktü. Meğer bir buçuk aydan beri takvimin yapraklarını koparmamışım. Sanki bilincinde olmadan kendimce zamanı durdurmaya çalışmışım. Yaprakları tek tek koparıp bulunduğumuz güne gelince Eylülün ve yılın bitmekte olduğunu fark ettim. Sonbahar hissi, hep sırtımda taşıdığım halde kendini birden bire belli eden ağır bir yük gibi bindi omuzlarıma. Sanki zaman, kopardığım takvim yapraklarıyla birlikte avucumdan hızla akıp geçmişti.


Sonbahar, her şeyiyle bir tükeniş hissi uyandırır bende (ve sanırım çoğu kişide). O güzelim güneşli havalar gitmiş; bulutların, yağmurun ve erken çöken karanlığın devri başlamıştır. Uykudan bir gecikmişlik ve pişmanlık duygusuyla uyanırım böyle günlerde. Yapamadıklarım, unutulmuş ya da son ana bırakılmış bir ödevin kâbusu gibi içimi tırmalar. Oysa çoğunun teslim tarihi geçmiştir çoktan. Öğrenemediğim diller, doğmamış çocuğum, kendi elimle inşa edemediğim evim, düzenleyemediğim bahçem, gezemediğim ülkeler ve bir türlü bitiremediğim kitabım… Her şeyi unutmak için gözlerimi sonuna kadar açarım; kapatırsam bilirim ki yine bunlar takılacak aklıma. Unutmaya, başka şeylerle ilgilenmeye çalışırım. 


O güne biraz daha yaklaştığımı hissetmenin hüznüyle geride bıraktığım zamanla önümde kalan tahmini süreyi kıyaslarım. Yarıyı biraz geçmişim, çok geç değil diye avunurum. Ama öyle bir yaş ki, saat öğleden sonra üç gibi; bazı şeyler için geç, bazıları için erken…


Otobüsteyim. İşe gidiyorum. Kafamdaki bin bir düşüncenin olanca dalgınlığıyla başımı cama dayamış dışarıyı seyrediyorum. Bu otobüse nasıl bindim onu bile hatırlamıyorum. Her şey rutin ve otomatik. Aynı otobüs, aynı yol, hemen hemen aynı yolcular. Her gün aynı duraklardan binip aynı yerlere giden insanlar; gündelikçi kadınlar, sekreter kızlar, alışveriş merkezlerinde çalışan delikanlılar. Dışarıyı seyretmekten de sıkıldım. Karşımdaki koltukta oturan yaşlı adam ve kucağındaki üç-dört yaşlarındaki çocuğa baktım. İlk dikkatimi çeken çocuğun kafasındaki ucuz orlon iplikten örülmüş büyük bere oldu. Hava sıcak sayılırdı, bu havada çocuğun kafasında o sıkıcı bere ne arıyordu? Sonra çocuğun bileğindeki sargı bezine takılı dreni fark ettim; sonra tenindeki aşırı solgun sarılığı; sonra kaşlarının dökülmüş olduğunu; herhalde dedesi olan adam başındaki bereyi çıkarınca da hiç saçının olmadığını…


Lösemi hastası olmalıydı; bilmiyorum, dış belirtileri bunun gibi olan başka bir hastalık var mı? Kırık bir hüzünle bakıyordu dünyaya; biraz da bıkkın ve yorgun. Bir hastanede görsem bu kadar yadırgamayabilirdim ama bulunduğumuz yerde etrafındaki sağlıklı insanlarla tuhaf bir tezat oluşturuyordu. O, o anda aramızda yaşı en küçük olandı. Ama yazgının anlaşılmaz ve insafsız kurası bu çocukcağıza çıkmıştı. Yaşıtları derin sabah uykularını uyurken o hastaneye yetişmek için uyandırılıp sarsıla sarsıla giden otobüse bindirilmişti. Oynayamadığı oyunları düşündüm bir an. Uyuyamadığı uykuları. Hastane odalarında geçecek günlerini. Sonucu belirsiz tedavisini. Hastalığı atlatma olasılığını…


Boğazım düğümlendi, gözlerim karıncalandı, durup dururken, hayatımda ilk defa gördüğüm bir çocuk için neredeyse ağlayacaktım. Ama kolay ağlayabilen biri değilim, en sevdiklerimin cenazelerinde bile... Belki benim tahmin ettiğim ölçüde vahim bir hastalığı da yoktu. Gözlerimi kaçırdım, dışarıyı seyretmeye koyuldum. Kırmızı ışıkta durmuş olan otobüsümüz ışığın yeşile dönmesini bekliyordu, tam hizamda kaldırımda yürüyen kıza baktım biraz. Takvim, Eylül, yazgı, hasta çocuk, yitirdiklerim ve daha bir sürü şey kafamda dönüp duruyordu.


Hiç karşılaşmamış olsam da mucizelere inanırım. Belki bin yılda bir, milyonda bir olsa da gerçekleşiyordur. Bazen içimde öyle bir güç olduğu hissine kapılırım. Otobüs ineceğim durağa yaklaştı. Kalktım. “Mucize” denen şey belki şu anda benim parmaklarımın ucundaydı. Kapıya doğru yönelirken, dedesinin kucağında, ara sıra ağrıdan sızlansa da olgun bir edayla uslu uslu oturan hastamızın küçük, saçsız başını usulca okşadım.