28 Şubat 2014 Cuma

Ortak bir geleceğimiz var mı?

Bundan daha bir buçuk - iki yıl önce PKK’nin silahlı mücadelesi tüm şiddetiyle devam ederken, Türkiye’nin batısındaki çoğu insan, bu işin böyle ilelebet sürüp gidemeyeceğini, Kürtlerle Türkler arasındaki duygusal kopuşun bir noktada fiziksel ayrılığa evrileceğini, Kürtlerin federal ya da bağımsız devlet talebinden daha baskın bir Türk ayrılıkçılığının zuhur edeceğini ve eninde sonunda Türklerle Kürtlerin bir şekilde ayrılacağını düşünüyordu.  

Ateşkes süreci ve müzakerelerin başlamasıyla bu ihtimal biraz ertelenir gibi oldu ancak geçen Haziranda patlak veren Gezi direnişi, toplumda o ana kadar derinden işleyen ve yüzeyde fazla fark edilmeyen bir fay kırığını daha ortaya çıkardı: kaba tanımlarla, devletin yeni sahibi “İslamcılar” ile “Laikler” arasındaki kamplaşma…

Gezi’den bu yana geçen her gün, yaşanan her olay, her yeni politik gelişme, bu kırığın Kürt-Türk ayrışmasından daha büyük ve derin bir ayrışma olduğunu gösterdi. Türkiye şu an neredeyse hiçbir ortak değeri olmayan bu üç ana kampa ayrılmış durumda. Halen İslamcılar devlette, Kürt milliyetçileri belli bir bölgede egemen; laikler ise artık sadece özgürlüğünü, servetini, yaşam alanını koruma sorunuyla karşı karşıya… Bu üç kampın, bir devletin sınırları içinde zoraki ikameti haricinde hiçbir ortak paydası kalmadığı gibi her birinin gelecek tahayyülünde de diğerlerine yer yok.

Geçmişi de var ama bu yeni kamplaşmayı esas olarak referandumda yeni bir kapatılma davası riskini bertaraf eden, 2011 seçimlerinde elde ettiği mutlak başarıyla da egemenliğini perçinleyen AKP-RTE’nin Türkiye için çizdiği rota belli olmaya başladığında fark ettik.

“Rota” ne? Tam bilemiyoruz; kafalarının içini okuyamayacağımız için bilmemiz de mümkün değil; ancak 2011’den bu yana AKP-RTE’nin politikalarından ve sözlerinden anlayabildiğimiz kadarıyla kabaca şu: 1. İktidarını kalıcı hale getirmek; 2. Cumhuriyet’i Kuran’ı temel referans alan bir çeşit Neo-Osmanlı devletine dönüştürmek…

Rejimin dönüştürülmesi tasarısının ilk işaretini “dindar nesil” yetiştirme hedefiyle eğitimde 4+4+4 sistemine geçilmesi ve okullarda din derslerinin hem süre hem içerik bazında arttırılmasında görmüştük. (AKP milletvekili Ali Boğa, "Bütün okulları imam hatip okulu yapma şansını elde etmiş durumdayız"- 2012)

Bu yolda en önemli uygulamalardan biri, içkiye resmi bir yasak getirilmese de içki içilebilen kamusal alanların adım adım daraltılması (örn. Beyoğlu’nda masaların kaldırılması, Bilgi Üniversitesi’nde içkili festivalin yasaklanması, Üniversitenin Silahtar kampüsündeki restoranda içki satışının durdurulması vb), içki içenlerin “alkolik”, “ayyaş” nitelemeleriyle aşağılanması, nihayetinde gece saat 10’dan sonra içki satışının yasaklanması oldu. Burada yasağın kendisinden ziyade Başbakan tarafından dile getirilen gerekçesi dikkat çekiciydi:  "İki tane ayyaşın yaptığı yasa muteber de dinin emrettiğinin neden reddedilmesi gerekiyor?"

Bu rejim dönüşümü projesini en somut şekilde ortaya koyan gelişme ise AKP İstanbul İl Başkanı Aziz Babuşçu’nun bir derneğin toplantısında yaptığı konuşmada sarf ettiği sözler oldu: Babuşçu, konuşmasında eski statükoyla hesaplaşmadan (siz laik Cumhuriyet anlayın), bu hesaplaşmada AKP tarafından devletin kurumsal hafızasına düşülmesi gereken notlardan söz ediyor, bundan dolayı da o güne dek birlikte yürüdükleri “paydaşları” liberallerle yollarının ayrılacağını söylüyordu: “…liberal kesimler, şu ya da bu şekilde bu süreçte bir şekilde paydaş oldular ancak gelecek inşa dönemidir. İnşa dönemi onların arzu ettiği gibi olmayacak. Dolayısıyla o paydaşlar bizimle beraber olmayacaklar. Dün bizimle beraber şu ya da bu şekilde yürüyenler, yarın bizim karşımızda olan güçlerle bu sefer paydaş olacaklar. Çünkü inşa edilecek Türkiye ve ihya edilecek gelecek onların kabulleneceği bir gelecek ve bir dönem olmayacak.” 

Herhalde bundan daha net ifade edilemezdi. Babuşçu'nun sıradan bir partili olmadığını, AKP'nin kilit isimlerinden biri olduğunu not edelim.

AKP-RTE’nin bu dönüşüm tasarısını hayata geçirebilmek için haliyle iktidarını kalıcı hale getirmesi gerekiyordu. Bu nasıl olacaktı? Demokrasiyi mi ortadan kaldıracaktı? Ona hem şimdilik gücü yetmezdi, hem de böyle bir yola tevessül etmesine ihtiyaç yoktu. Onun yerine, sürekli seçim kazanmasını sağlayacak bir sistem kurmak daha mantıklıydı. Bunun için de zaten elinde bulunan devlet olanaklarından faydalanabilir, ihale komisyonlarıyla bir “paralel” hazine oluşturularak bu kaynak iktidarını sağlamlaştıracak her türlü aksiyon için kullanılabilir, doğrudan ya da dolaylı yatırımlarla medya satın alınabilir, satın alın(a)mayan gazete ve televizyonlara komiserler yerleştirilerek (“Alo Fatih”) bu kurumlar Trojan yüklenmiş bir çeşit “zombi bilgisayar” haline getirilebilir, böylece devasa bir propaganda mekanizmasıyla kamuoyu manipüle edilebilirdi. 17 Aralık yolsuzluk soruşturmasından ortaya saçılan tapelerde tam da bunu gördük.

İtiraf etmek gerekir, AKP-RTE, uyguladığı bu stratejide şu ana dek hayli başarılı oldu. Öyle ki, normalde bir hükümetin 10 kez istifasını ve adı geçenlerin yargı önüne çıkmasını gerektirecek devasa bir yolsuzluk skandalını hesap vermeden geçiştirmekle kalmadı, bunu iktidarını tahkim etmek için avantaja çevirdi. Yargıya hesap vereceğine yargının kendisini ortadan kaldırıp hükümeti denetleyecek adalet mekanizmasını darmadağın etti. Şu anda Türkiye’de anayasa fiilen askıda; iktidar partisinin eylemlerini denetleyecek herhangi bir mekanizma yok. İktidar monarşiye geçtiğini ilan etse, onu anayasa ve yasalara uymaya zorlayacak sokak muhalefetinden başka bir güç mevcut değil. Daha ötesi, toplumun önemli bir çoğunluğu buna rıza göstermekte. Yukarıda değinilen araç ve yöntemlerle manipüle edilip iktidar partisinin gönüllü neferi haline getirilmiş kemik seçmen kitlesi iktidarın atacağı her anti-demokratik adımı desteklemekte, hatta daha da ilerisi için teşvik etmekte (“çalmışsa çalmış, oyum yine ona”).

İşte açmaz esasen bu noktada başlıyor: Şu ya da bu yolla iktidarını kalıcılaştırmayı ve rejimi dönüştürmeyi hedefleyen bir parti, onun her politikasını şu ya da bu sebeple (ideoloji, inanç, rant, servetten pay, ekonomik-siyasi istikrar) destekleyen genişçe bir kitle; yeni rejimde hemen hemen hiçbir özgürlüğü ve söz hakkı kalmayacak başka büyük bir kitle (laikler, Aleviler, solcular); son olarak, öncelikleri ve gelecek tahayyülü bu iki kampın öncelikleriyle hemen hemen hiçbir noktada çakışmayan nispeten daha ufak bir kitle (Kürtler) karşı karşıya… Üçünü birden mutlu edecek ortak bir gelecek yok, üçünün birden kazanacağı bir oyun yok. Görünen o ki buradan geriye dönüş de imkânsıza yakın.

Rejimi dönüştürme projesinden vazgeçse bile gırtlağına kadar yolsuzluğa batmış, bu suçun soruşturulmasını engellemek için de anayasa ve hukuku rafa kaldırarak suç üstüne suç işlemiş iktidarın yargıya hesap vermekten kurtulabilmesinin tek yolu iktidarda kalması. Onun hesap vermeden egemenliğini devam ettirmesi ise hem kendi başına bir suç hem de laik kampın yaşam alanının her gün biraz daha daralması, özgürlüklerinin yok edilmesi demek. İktidarın bir şekilde el değiştirip eski statükonun egemen olması, İslamcıların tasfiye edilerek Cumhuriyet’i fabrika ayarlarına döndürmeye girişmesi de güçlerin yer değiştirerek savaşın sürmesinden başka bir işe yaramayacak gibi. Üstelik aktif hale gelmiş El Kaide faktörüyle bu defa sandıkta değil sokakta yaşanacak bir savaş.  


Belki bugünlerin getirdiği bir karamsarlıktır ama şahsen ben Türkiye’nin bu açmazdan tek parça halinde çıkabileceğini sanmıyorum. Dilerim kansız bir ayrılık olur da üç parçaya bölünürüz. Kürt kendi devletinde, İslamcı o çok arzu ettiği seyreltilmiş şeriat düzeninde, aralarında benim de bulunduğum laik kesim de laikliğin temel ilke olduğu bir demokraside yaşar.

16 Ocak 2014 Perşembe

Ben Kendimle Barışığım



Hayırlı sabahlar. Uff, iki adım yürüdüm nefes nefese kaldım şuraya ulaşıncaya kadar. Yaşlılık zor, bacaklar taşımıyor artık. Otobüs bu durağa gelinceye kadar doluyor, yer veren de olmuyor her zaman, kalk ben oturayım diyemiyorsun, gençlere bir şey söylenmiyor. Neyse ki bugün boş koltuk kalmış. İşe mi gidiyorsun? O kollarını aç. Aç o kollarını. Öyle oturulmaz sabah sabah. Niye mi? Niyesi mi var, kısmetin kapanır, kol öyle bağlanmaz. Nikâha gitmedin mi hiç? Nikâhta hoca herkese “ellerinizi açın, dizlerinizin üstüne koyun, dua edin ki gelinin damadın kısmeti açık olsun” der. Kollarını bağlama. Nesin sen, garip misin, borçlu musun da öyle duruyorsun? İyi tamam, açma, bildiğin gibi yap. Hıh!

Burada kızımın yanında oturuyorum ben. Kocam öleli on yedi sene oldu. Karayollarından emekliydi. Ben de emekliyim, maaşım var, çok şükür muhtaç değilim. Kızım “Anne gel bizim yanımızda otur, tek başına ne yapacaksın orada, hem çocuklara bakarsın” dedi. İki kızım, bir oğlum var. Oğlum Almanya’da. Öteki kıza fazla gitmem, büyük kızımın yanında otururum. Ama onlara hiç rahatsızlık vermem, yemeğimi bile tek başıma, ayrı yerim. Kendi kendime her işimi yapabiliyorum çok şükür. Onların yemeklerini, evin ufak tefek temizliğini yaparım. Bak benim büyük damat şu bankada müdür. Yanında oturduğum damadım yani. Çok helal süt emmiş iyi bir insandır, Allah ondan razı olsun. Sivaslı. Amma çok paracı, ikide bir böyle böyle yapar elini, “Para yok mu kayınvalide, para?” der. Halbuki maaşımı alır almaz yarısını ona veririm. Yine de ikide parmaklarıyla para işareti yapıp “Para yok mu para?” der. Parası mı yok, çook.

Küçük kızım Avcılar’da oturuyor. Dolmuş şoförüne kaçtı o. Kafasızdır biraz. Bizi dinlemedi, gitti şoför adama kaçtı. Yine de diğer evlatlarımdan ayrı tutmadım. Elimden gelen yardımı yaptım. Çalışıyordum ben de, kocamınki ayrı benimki ayrı, eve iki maaş girerdi. Dişimden tırnağımdan arttırıp bunlara yedirdim. Hakkım helal olsun yine de. Ben herkesin iyiliğini isterim. Bu küçük kızım olacak hayırsıza da az yardım etmedim. Kaç kere borcunu ödedim. Kredi kartı, kredi kartı. Bi de kredi kartı çıktı şimdi başımıza. Senin neyine lazım kredi kartı? İnsan ayağını yorganına göre uzatmalı. “Ödeyemedim anne, çok sıkıştık, eve haciz gelecek” dedi. Ödeyemeyeceksen niye harcıyorsun? Ana yüreği işte. Yine de dayanamadım. Verdim, yatırdı. Ne yapacaksın, dosta düşmana karşı, seyirci mi kalacaksın, onun evine haciz gelse yine sen utanacaksın. Verdim gitti, kapattı borcunu. Kafasız bu kız, kafasız. O haliyle gitmiş araba almış kocasına, kredi çekmiş. A kafasız kızım, kocan o arabaya biner gider elin orospularını gezdirir, sen de boynuzunu cilalayıp oturursun evinde öyle.

İşe mi gidiyorsun? Ne iş yapıyorsun? Gözlükçüde mi çalışıyorsun? İyi iyi, namuslu bir iş olsun, karnın doysun da ne olduğu önemli değil. Ben kendimle barışığım. Kimsenin canını sıkmam, moralini bozmam. Ben de tamire gidiyorum işte Haseki’ye. Yok araba tamiri değil, ne arabası, kendimi tamir ettireceğim, hastaneye gidiyorum hastaneye, doktora, kontrole gidiyorum. Ameliyat oldum elimden. Bak, buradan. Buradan kestiler böyle, sinirin çevresini açtılar. Bileğimde sinir sıkışması varmış. Tünel hastalığı mı ne diyorlar. Elini iş için çok zorlayanlarda olurmuş. Sağ olasın. Yirmi sene çalıştım ben, hademelik yaptım okullarda, temizlik falan, el ne yapsın kol ne yapsın. Ameliyat ettiler. Eskisi olmaz tabii. Bir bardak suyu zor kaldırıyorum, elektrik gitmiyormuş parmaklara, sinirler yani, o yüzden güçsüzmüş. Yaşlılık işte. Parça değişse de kendi malı gibi olmaz. Ama şimdi iyiyim. Ben kendimle barışığım. O küçük kızım şimdi hastanede bekliyor beni. Ben kendi başıma da yaparım işlerimi ama “Ben de yanında bulunayım anne” dedi. 75 yaşındayım. Her işimi kendim yaparım çok şükür. Zamanında kafasızlık yaptı ama affettim artık. Ben herkesin iyiliğini isterim.

Mezarlığa yaklaşıyoruz. Dua edelim. Ölüler dua ister, mezarlığın yanından geçerken dua edeceksin, hiç değilse bir Fatiha okuyacaksın, o mezarlıkta senin ölün olsun olmasın, mezarlıktan geçerken illa dua edeceksin. Bizim rahmetli Güngören Mezarlığı’nda yatıyor. Dua biliyor musun? Neyse, ben senin yerine de ederim. “Bismillahirrahmanirrahim. Elhamdü lillâhi rabbil’alemin. Errahmânir’rahim. Mâliki yevmiddin….. ğayrilmağdûbi aleyhim ve leddâllîn”. Bir gün hepimiz ölüp gideceğiz. Hepimizin duaya ihtiyacı var. İnsanın arkasında dua edeni olacak. Bak bunlar yatıyorlar burada, vaktinde bunlar da bizim gibi gezip tozuyordu, teeey. Şimdi sessiz sedasız yatıyorlar. Çoğunun geleni gideni, dua edeni kalmamıştır. Üzerinde bir karış ot. Onların yerine de biz okuyacağız. Biz aslen Balkanlardan gelmişiz, muhacırız biz. Dedemin zamanında, Cihan Harbi’nde. Ta oralardan yayan gelmişler karda kışta. O zaman ne otobüs var ne uçak. Önce İstanbul’a gelmişler. Her şeylerini bırakıp gelmişler. Sonra devlet Trabzon’a yerleştirmiş dedemleri. Çocukluğum Trabzon’da geçti. Zaten çok geçmeden evlendim. Benim adam Kayseriliydi. Samsun’da oturduk. Evimiz vardı Samsun’da. Duruyor daha. Oğuzdan birine verdik, o oturuyor. Kira mira vermiyor, eve baksın yeter dedik, viran olmasın, elektriğini suyunu ödesin yeter. Oğuz Oğuz. Türkmen değil, Türkmen mi değil mi bilmem ben. Bizim orada Oğuzlar derler, Oğuz, köylü demek, yani kafası çalışmayan, cahile Oğuz derler bizde.

Sonra İstanbul’a geldik. Çapa’da oturduk. Oradan Güngören’e taşındık. Çapa’daki ev küçüktü. Eski yapı, her tarafı dökülüyor. Her sene bir yerini tamir ederdik yine de başa çıkamazdık. Biz de sattık. Çocuklar büyüdü, evlendi gittiler. Küçük kızım şoföre kaçtı. Şoför o, a kafasız kızım, şoför, şoförle ne yapacaksın? Gecesi gündüzü olmaz. Gül gibi de kızdı. Ama kafasızdır biraz işte. Bir gün baktık eve gelmedi, bekle bekle yok, ara tara bulamadık, sonra haber geldi ki kaçmış. Ne yapalım kendi etti kendi buldu dedik. Yine de yardımımı esirgemedim. Ne zaman başı sıkışsa yardımı esirgemedim. Büyüğü öyle değil. O okudu, işe girdi, kendi gibi okumuş birini de buldu, şimdi bankada müdür, geldi istediler Allahın izniyle, verdik, anlı şanlı düğünle gitti. İki de çocuğu oldu. Biri kız biri oğlan. Altın gibi çocuklar, edepli uslu. O kızımın yanında duruyorum ben şimdi. Onlara yük değilim, her işimi kendim yaparım. Ben kendimle barışığım. Ama o damadım çok paracı, çok. Beni görür görmez hemen elini böyle böyle yapar, “Para yok mu, para?” der. Parası mı yok? Var. Kendisinin maaşı, kızım da çalışıyor, ikisi de iyi de maaş alıyor, Allah bereket versin. Çocukları da akıllı, hele kız torunum hepsinden akıllı. Giyinmesini, oturmasını kalkmasını bilir. Saygılı, terbiyeli.

Kız dediğin onun gibi olacak. Kadın kısmı kendine dikkat edecek, kendine laf getirmeyecek. Ben bir erkekle konuşurken gözüne bakmam. Yabancı erkeğin gözüne bakılmaz. Kocam öleli on yedi sene oldu. Daha bir erkeğin gözüne bakmadım. Bir kere Bakırköy’de, yirmi yirmi beş sene önce, densizin biri diyor ki bana “Nereye gidiyorsun?”. “Sana ne edepsiz!” dedim, “Sen kimsin, nesin de nereye gittiğimi soruyorsun? Bana bak, senin bacağını kırdırırım, sen her gördüğün kadına böyle askıntı mı olursun!” Gıkını çıkaramadı, kuyruğunu kıstırıp defoldu gitti. Senin hanım nereli evladım? Evlisin değil mi? Çanakkaleli mi? Allah Allah! Sen nereden geldin de buldun Çanakkaleli karıyı? Çoluk çocuk var değil mi? İyi iyi, Allah bağışlasın. Çalışıyor mu karın da? Çalışması iyi. Şimdi tek maaşla geçinmek zor evladım. Ama dikkat edeceksin. Gözün üzerinde olacak. Oo neler yapıyorlar neler… Evden uzaklaştı mı tamam. Her şey kadının elinde oğlum, sen ne kadar dikkat edersen et kadının içinde varsa kaşla göz arasında yapar. Sağlam kadını da ordunun içine koysan kılına halel gelmeden çıkar. Kadın kendine sahip olacak.

Devir kötü evladım. Şuncacık kızlar, daha kıçını yıkayamıyor erkek peşinde. Ellerinde telefon pıt pıt pıt. Bi sevgili tutturmuşlar. Bizim zamanımızda sevgi mevgi yoktu. Bu da sonra çıktı. Gelir isterlerdi seni, büyükler konuşur anlaşır uygun görürlerse verirdi. Kocan olacak adamı göremezdin bile. Şimdi oo iki günde tanışıp karı koca olup üçüncü gün ayrılıyor el kadar çocuklar. Benim bu küçük kızın bir kızı var çok fena o. Daracık pantolon giyiyor, her tarafı meydanda, “Kızım böyle giyme, erkekler götünü eller, insan gibi giyin” diyorum, “Hele kolaysa ellesin anneanne, tekmeyi koydum mu iki büklüm ederim onu” diyor. Elledikten sonra tekmeyi koysan ne olacak kafasız. Yapar gerçi, delidir o, kimse başa çıkamaz. Anası gibi o da, kafasının dikine gider hep. Kafanın dikine gittin de ne oldu? Bula bula şoförü buldun. Oğlum Almanya’da, çok oldu gideli. Üç beş senede bir gelir. Fazla sokulmaz bize. Alman karıyla evlendi orada. Ayda bir telefon eder, nasılsın anne, iyiyim oğlum. O kadar… Olsun. O da öyle biri, bana zararı yok. Kendisi iyi olsun da benim kimseden şikâyetim yok. Ben kendimle barışığım.

Zamanında bizim rahmetliyle biraz para biriktirdik. Arsa aldım Yakuplu’dan. Bu büyük damadım diyor ki, Sivaslı olan, “Kayınvalide, Kastamonuluya çok yardım ediyorsun, kredi kartı borcunu yatırdın, arsayı da bizim üstümüze çıkar”. Kastamonulu dediği küçük kızımın kocası, şoför olan, ona diyor. Bu büyük damadım çok paracı bu, çok. “Olmaz” dedim, “Ben ahretimi yıkamam, ben ölünceye kadar duracak, ben öldükten sonra neyim var neyim yoksa herkes hakkını alacak.”  Evin var, işin var, bankada paran var, karın çalışıyor, daha ne istiyorsun? İnsanoğlu doymuyor evladım, hep aç.


Senin annen-baban sağ mı oğlum? Baban öldü demek? Hep erkekler önce ölür. Annen senin yanında mı? Hımm, gidip geliyor. Ne yapsın zavallı, anneler hep öyle, bir orada bir burada. Nereye gidersen git huzur bulamazsın. Ben kendimle barışığım. Şuramda bir ağrı var, onu da soracağım doktora. Kim bilir ne vardır. İyi mi olacağız bu yaştan sanki, illa bir yerden bir şey çıkacak. Yeter ki Allah ele ayağa düşürmesin, arıca etek, kuruca yatak. Yine de Allah bilir. Vaden dolmadan gidemezsin, çekeceğin varsa da çekersin. Senin da başını ağrıttım oğlum. Başını çok ağrıtmadım değil mi? Sağ ol yavrum sağ ol. O kollarını da açsan iyiydi. Kısmetin kapanır. Benim hatırım için değil, kendi kısmetin için aç. Bak böyle daha iyi, işin iyi gider bugün. Dua edeceğim senin için. İşin gücün rast gelsin. Hayırlı insanlarla karşılaştırsın. Haseki’ye yaklaştık. İki durak mı var, bir durak mı? He, bundan sonraki durak. Kızım gelmiştir şimdi, bekliyordur, “Ben senden önce gelir orada beklerim anne” dedi. Ben yavaş yavaş kalkayım, anca ulaşırım kapıya. Başını ağrıttım oğlum, kusura bakma. Yok, ben inerim, yardıma ihtiyacım yok şükür. Sağ ol, Allah senden razı olsun. Hadi Allaha emanet ol. Dua edeceğim senin için, kısmetin açık olsun. Hadi allahaısmarladık. Kollarını bağlama.

1 Ocak 2014 Çarşamba

Okuduğum En İyi 67 Roman


Kimse benden böyle bir şey istemedi ama şöyle bi “Ölmeden Önce Okumanız Gereken 100 Roman” türünden bir liste de ben yapayım dedim. Bi kenarda dursun; belki birilerine lazım olur.
Niye böyle listelerde alışıldığı gibi 100 değil 101 değil, “67” roman? Bir anlamı yok; aklıma gelenleri sıraladım, kitaplığımı gözden geçirdim, bunlar çıktı. Listemin ilk 10’una en beğendiklerimi koydum ve bunlar arasında da sıralamaya biraz dikkat ettim ama geri kalan 57’si büyük ölçüde tesadüfen sıralandı. Listede bir tek kadın yazar yer alıyor; bu biraz da benim ayıbım, çünkü çok az kadın romancı okudum. Önümüzdeki günlerde bu ayıbı gidermeye çalışacağım. Fantastik edebiyatla pek aram yoktur; o nedenle bu türden her listeye girebilecek fantastik edebiyat başyapıtları benim listemde yer almıyor. Aynı şekilde, her listenin vazgeçilmezlerinden olan kimi romanlar da yok (örn. Moby Dick, Murakami romanları vb) çünkü ben okumadım. Herkesin okuyup hakkını teslim ettiğini zannettiğim Sefiller, Don Quijote, İnce Memed gibi klasikleri ise listeye koymaya lüzum görmedim. Ta ergenlik yıllarımda okuyup beğendiğim ama şu anda teması, dili, üslubu hakkında hiçbir şey hatırlamadığım klasikleri de listeye almadım. Bazı yazarların okuyabildiğim tüm romanlarını bu listeye koymak isterdim, (örn. Dostoyevski, Vonnegut, Orhan Kemal, Yaşar Kemal,  İ.O. Anar, Kundera, O. Pamuk gibi) ama mümkün olduğunca çok sayıda yazardan az sayıda roman olsun istedim. Son olarak; bu listeyi bir yıl önce ya da sonra yapsam mutlaka şimdikinden farklı bir liste olurdu. Buyurun:


1.      Anayurt Oteli – Yusuf Atılgan
2.      Yabancı – Albert Camus
3.      Niteliksiz Adam – Robert Musil
4.      Suskunlar – İhsan Oktay Anar
5.      Tehlikeli Oyunlar – Oğuz Atay
6.      Karamazof Kardeşler – F.M. Dostoyevski
7.      Kabil – Jose Saramago
8.      Heba – Hasan Ali Toptaş
9.      Bulantı – Jean Paul Sartre
10.  Dönüşüm - Franz Kafka
11.  Bin Dokuz Yüz Seksen Dört – George Orwell
12.  Aylak Adam – Yusuf Atılgan
13.  Tutunamayanlar – Oğuz Atay
14.  Berlin Alexander Meydanı – Alfred Döblin
15.  Yüz Yıllık Yalnızlık – Gabriel Garcia Marquez
16.  Yaşam Başka Yerde – Milan Kundera
17.  Kara Kitap – Orhan Pamuk
18.  Sessiz Ev – Orhan Pamuk
19.  Suç ve Ceza – F.M. Dostoyevski
20.  Cinler – F. M. Dostoyevski
21.  Otomatik Portakal – Anthony Burgess
22.  Kırmızı Pazartesi – Gabriel Garcia Marquez
23.  Gölgesizler – Hasan Ali Toptaş
24.  Muhteşem Gatsby – F. S. Fitzgerald
25.  Mezbaha No 5 – Kurt Vonnegut
26.  Ulysses – James Joyce
27.  Gecenin Sonuna Yolculuk – L. Ferdinand Celine
28.  Bir Kış Gecesi Eğer Bir Yolcu – Italo Calvino
29.  Savaş ve Barış- Lev Tolstoy
30.  Venedikte Ölüm – Thomas Mann
31.  Yengeç Dönencesi – Henry Miller
32.  Saatleri Ayarlama Enstitüsü – A. Hamdi Tanpınar
33.  Bir Gün Tek Başına – Vedat Türkali
34.  Çavdar Tarlasında Çocuklar – JD Salinger
35.  Denizi Yitiren Denizci – Yukio Mişima
36.  Kadınlar – Charles Bukowski
37.  Çiçek Açmış Genç Kızların Gölgesinde – Marcel Proust
38.  Kürk Mantolu Madonna – Sabahattin Ali
39.  Düzelti – Thomas Bernhard
40.  Zeno’nun Bilinci – Italo Svevo
41.  Lolita – Vladimir Nabokov
42.  Amerikan Sapığı – Bret Easton Ellis
43.  İncil’deki İkinci İsa – Jose Saramago
44.  Puslu Kıtalar Atlası – İhsan Oktay Anar
45.  Parfümün Dansı – Tom Robbins
46.  Huzur – A. Hamdi Tanpınar
47.  Hoşça Kal Berlin – Christopher Isherwood
48.  Kuyucaklı Yusuf – Sabahattin Ali
49.  Bereketli Topraklar Üzerinde – Orhan Kemal
50.  Demirciler Çarşısı Cinayeti – Yaşar Kemal
51.  Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği – Milan Kundera
52.  Bir Düğün Gecesi – Adalet Ağaoğlu
53.  Benim Üniversitelerim – Maxim Gorki
54.  Fareler ve İnsanlar – John Steinbeck
55.  Gazap Üzümleri – John Steinbeck
56.  Buzul Çağının Virüsü – Vüs’at O. Bener
57.  Martı – Richard Bach
58.  Portnoy’un Feryadı – Philip Roth
59.  Arkadaş – Panait Istrati
60.  Murtaza – Orhan Kemal
61.  Boyalı Kuş – Jerzy Kosinski
62.  Tol – Murat Uyurkulak
63.  Spinoza Problemi – Irwin Yalom
64.   Semerkant – Amin Maalouf
65.  Tütün – Dimitır Dimov
66.  Sonsuzluğa Nokta – Hasan Ali Toptaş
67.  Azizler ve Alimler  -  Terry Eagleton