28 Şubat 2014 Cuma

Ortak bir geleceğimiz var mı?

Bundan daha bir buçuk - iki yıl önce PKK’nin silahlı mücadelesi tüm şiddetiyle devam ederken, Türkiye’nin batısındaki çoğu insan, bu işin böyle ilelebet sürüp gidemeyeceğini, Kürtlerle Türkler arasındaki duygusal kopuşun bir noktada fiziksel ayrılığa evrileceğini, Kürtlerin federal ya da bağımsız devlet talebinden daha baskın bir Türk ayrılıkçılığının zuhur edeceğini ve eninde sonunda Türklerle Kürtlerin bir şekilde ayrılacağını düşünüyordu.  

Ateşkes süreci ve müzakerelerin başlamasıyla bu ihtimal biraz ertelenir gibi oldu ancak geçen Haziranda patlak veren Gezi direnişi, toplumda o ana kadar derinden işleyen ve yüzeyde fazla fark edilmeyen bir fay kırığını daha ortaya çıkardı: kaba tanımlarla, devletin yeni sahibi “İslamcılar” ile “Laikler” arasındaki kamplaşma…

Gezi’den bu yana geçen her gün, yaşanan her olay, her yeni politik gelişme, bu kırığın Kürt-Türk ayrışmasından daha büyük ve derin bir ayrışma olduğunu gösterdi. Türkiye şu an neredeyse hiçbir ortak değeri olmayan bu üç ana kampa ayrılmış durumda. Halen İslamcılar devlette, Kürt milliyetçileri belli bir bölgede egemen; laikler ise artık sadece özgürlüğünü, servetini, yaşam alanını koruma sorunuyla karşı karşıya… Bu üç kampın, bir devletin sınırları içinde zoraki ikameti haricinde hiçbir ortak paydası kalmadığı gibi her birinin gelecek tahayyülünde de diğerlerine yer yok.

Geçmişi de var ama bu yeni kamplaşmayı esas olarak referandumda yeni bir kapatılma davası riskini bertaraf eden, 2011 seçimlerinde elde ettiği mutlak başarıyla da egemenliğini perçinleyen AKP-RTE’nin Türkiye için çizdiği rota belli olmaya başladığında fark ettik.

“Rota” ne? Tam bilemiyoruz; kafalarının içini okuyamayacağımız için bilmemiz de mümkün değil; ancak 2011’den bu yana AKP-RTE’nin politikalarından ve sözlerinden anlayabildiğimiz kadarıyla kabaca şu: 1. İktidarını kalıcı hale getirmek; 2. Cumhuriyet’i Kuran’ı temel referans alan bir çeşit Neo-Osmanlı devletine dönüştürmek…

Rejimin dönüştürülmesi tasarısının ilk işaretini “dindar nesil” yetiştirme hedefiyle eğitimde 4+4+4 sistemine geçilmesi ve okullarda din derslerinin hem süre hem içerik bazında arttırılmasında görmüştük. (AKP milletvekili Ali Boğa, "Bütün okulları imam hatip okulu yapma şansını elde etmiş durumdayız"- 2012)

Bu yolda en önemli uygulamalardan biri, içkiye resmi bir yasak getirilmese de içki içilebilen kamusal alanların adım adım daraltılması (örn. Beyoğlu’nda masaların kaldırılması, Bilgi Üniversitesi’nde içkili festivalin yasaklanması, Üniversitenin Silahtar kampüsündeki restoranda içki satışının durdurulması vb), içki içenlerin “alkolik”, “ayyaş” nitelemeleriyle aşağılanması, nihayetinde gece saat 10’dan sonra içki satışının yasaklanması oldu. Burada yasağın kendisinden ziyade Başbakan tarafından dile getirilen gerekçesi dikkat çekiciydi:  "İki tane ayyaşın yaptığı yasa muteber de dinin emrettiğinin neden reddedilmesi gerekiyor?"

Bu rejim dönüşümü projesini en somut şekilde ortaya koyan gelişme ise AKP İstanbul İl Başkanı Aziz Babuşçu’nun bir derneğin toplantısında yaptığı konuşmada sarf ettiği sözler oldu: Babuşçu, konuşmasında eski statükoyla hesaplaşmadan (siz laik Cumhuriyet anlayın), bu hesaplaşmada AKP tarafından devletin kurumsal hafızasına düşülmesi gereken notlardan söz ediyor, bundan dolayı da o güne dek birlikte yürüdükleri “paydaşları” liberallerle yollarının ayrılacağını söylüyordu: “…liberal kesimler, şu ya da bu şekilde bu süreçte bir şekilde paydaş oldular ancak gelecek inşa dönemidir. İnşa dönemi onların arzu ettiği gibi olmayacak. Dolayısıyla o paydaşlar bizimle beraber olmayacaklar. Dün bizimle beraber şu ya da bu şekilde yürüyenler, yarın bizim karşımızda olan güçlerle bu sefer paydaş olacaklar. Çünkü inşa edilecek Türkiye ve ihya edilecek gelecek onların kabulleneceği bir gelecek ve bir dönem olmayacak.” 

Herhalde bundan daha net ifade edilemezdi. Babuşçu'nun sıradan bir partili olmadığını, AKP'nin kilit isimlerinden biri olduğunu not edelim.

AKP-RTE’nin bu dönüşüm tasarısını hayata geçirebilmek için haliyle iktidarını kalıcı hale getirmesi gerekiyordu. Bu nasıl olacaktı? Demokrasiyi mi ortadan kaldıracaktı? Ona hem şimdilik gücü yetmezdi, hem de böyle bir yola tevessül etmesine ihtiyaç yoktu. Onun yerine, sürekli seçim kazanmasını sağlayacak bir sistem kurmak daha mantıklıydı. Bunun için de zaten elinde bulunan devlet olanaklarından faydalanabilir, ihale komisyonlarıyla bir “paralel” hazine oluşturularak bu kaynak iktidarını sağlamlaştıracak her türlü aksiyon için kullanılabilir, doğrudan ya da dolaylı yatırımlarla medya satın alınabilir, satın alın(a)mayan gazete ve televizyonlara komiserler yerleştirilerek (“Alo Fatih”) bu kurumlar Trojan yüklenmiş bir çeşit “zombi bilgisayar” haline getirilebilir, böylece devasa bir propaganda mekanizmasıyla kamuoyu manipüle edilebilirdi. 17 Aralık yolsuzluk soruşturmasından ortaya saçılan tapelerde tam da bunu gördük.

İtiraf etmek gerekir, AKP-RTE, uyguladığı bu stratejide şu ana dek hayli başarılı oldu. Öyle ki, normalde bir hükümetin 10 kez istifasını ve adı geçenlerin yargı önüne çıkmasını gerektirecek devasa bir yolsuzluk skandalını hesap vermeden geçiştirmekle kalmadı, bunu iktidarını tahkim etmek için avantaja çevirdi. Yargıya hesap vereceğine yargının kendisini ortadan kaldırıp hükümeti denetleyecek adalet mekanizmasını darmadağın etti. Şu anda Türkiye’de anayasa fiilen askıda; iktidar partisinin eylemlerini denetleyecek herhangi bir mekanizma yok. İktidar monarşiye geçtiğini ilan etse, onu anayasa ve yasalara uymaya zorlayacak sokak muhalefetinden başka bir güç mevcut değil. Daha ötesi, toplumun önemli bir çoğunluğu buna rıza göstermekte. Yukarıda değinilen araç ve yöntemlerle manipüle edilip iktidar partisinin gönüllü neferi haline getirilmiş kemik seçmen kitlesi iktidarın atacağı her anti-demokratik adımı desteklemekte, hatta daha da ilerisi için teşvik etmekte (“çalmışsa çalmış, oyum yine ona”).

İşte açmaz esasen bu noktada başlıyor: Şu ya da bu yolla iktidarını kalıcılaştırmayı ve rejimi dönüştürmeyi hedefleyen bir parti, onun her politikasını şu ya da bu sebeple (ideoloji, inanç, rant, servetten pay, ekonomik-siyasi istikrar) destekleyen genişçe bir kitle; yeni rejimde hemen hemen hiçbir özgürlüğü ve söz hakkı kalmayacak başka büyük bir kitle (laikler, Aleviler, solcular); son olarak, öncelikleri ve gelecek tahayyülü bu iki kampın öncelikleriyle hemen hemen hiçbir noktada çakışmayan nispeten daha ufak bir kitle (Kürtler) karşı karşıya… Üçünü birden mutlu edecek ortak bir gelecek yok, üçünün birden kazanacağı bir oyun yok. Görünen o ki buradan geriye dönüş de imkânsıza yakın.

Rejimi dönüştürme projesinden vazgeçse bile gırtlağına kadar yolsuzluğa batmış, bu suçun soruşturulmasını engellemek için de anayasa ve hukuku rafa kaldırarak suç üstüne suç işlemiş iktidarın yargıya hesap vermekten kurtulabilmesinin tek yolu iktidarda kalması. Onun hesap vermeden egemenliğini devam ettirmesi ise hem kendi başına bir suç hem de laik kampın yaşam alanının her gün biraz daha daralması, özgürlüklerinin yok edilmesi demek. İktidarın bir şekilde el değiştirip eski statükonun egemen olması, İslamcıların tasfiye edilerek Cumhuriyet’i fabrika ayarlarına döndürmeye girişmesi de güçlerin yer değiştirerek savaşın sürmesinden başka bir işe yaramayacak gibi. Üstelik aktif hale gelmiş El Kaide faktörüyle bu defa sandıkta değil sokakta yaşanacak bir savaş.  


Belki bugünlerin getirdiği bir karamsarlıktır ama şahsen ben Türkiye’nin bu açmazdan tek parça halinde çıkabileceğini sanmıyorum. Dilerim kansız bir ayrılık olur da üç parçaya bölünürüz. Kürt kendi devletinde, İslamcı o çok arzu ettiği seyreltilmiş şeriat düzeninde, aralarında benim de bulunduğum laik kesim de laikliğin temel ilke olduğu bir demokraside yaşar.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder