Bundan daha bir buçuk - iki yıl önce PKK’nin silahlı mücadelesi tüm şiddetiyle
devam ederken, Türkiye’nin batısındaki çoğu insan, bu işin böyle ilelebet sürüp
gidemeyeceğini, Kürtlerle Türkler arasındaki duygusal kopuşun bir noktada fiziksel
ayrılığa evrileceğini, Kürtlerin federal ya da bağımsız devlet talebinden daha baskın
bir Türk ayrılıkçılığının zuhur edeceğini ve eninde sonunda Türklerle Kürtlerin
bir şekilde ayrılacağını düşünüyordu.
Ateşkes süreci ve müzakerelerin başlamasıyla bu ihtimal biraz ertelenir
gibi oldu ancak geçen Haziranda patlak veren Gezi direnişi, toplumda o ana
kadar derinden işleyen ve yüzeyde fazla fark edilmeyen bir fay kırığını daha ortaya
çıkardı: kaba tanımlarla, devletin yeni sahibi “İslamcılar” ile “Laikler” arasındaki
kamplaşma…
Gezi’den bu yana geçen her gün, yaşanan her olay, her yeni politik gelişme,
bu kırığın Kürt-Türk ayrışmasından daha büyük ve derin bir ayrışma olduğunu
gösterdi. Türkiye şu an
neredeyse hiçbir ortak değeri olmayan bu üç ana kampa ayrılmış durumda. Halen İslamcılar
devlette, Kürt milliyetçileri belli bir bölgede egemen; laikler ise artık sadece
özgürlüğünü, servetini, yaşam alanını koruma sorunuyla karşı karşıya… Bu üç
kampın, bir devletin sınırları içinde zoraki ikameti haricinde hiçbir ortak paydası
kalmadığı gibi her birinin gelecek tahayyülünde de diğerlerine yer yok.
Geçmişi de
var ama bu yeni kamplaşmayı esas olarak referandumda yeni bir kapatılma davası
riskini bertaraf eden, 2011 seçimlerinde elde ettiği mutlak başarıyla da
egemenliğini perçinleyen AKP-RTE’nin Türkiye için çizdiği rota belli olmaya
başladığında fark ettik.
“Rota” ne? Tam
bilemiyoruz; kafalarının içini okuyamayacağımız için bilmemiz de mümkün değil; ancak
2011’den bu yana AKP-RTE’nin politikalarından ve sözlerinden anlayabildiğimiz
kadarıyla kabaca şu: 1. İktidarını kalıcı hale getirmek; 2. Cumhuriyet’i Kuran’ı
temel referans alan bir çeşit Neo-Osmanlı devletine dönüştürmek…
Rejimin
dönüştürülmesi tasarısının ilk işaretini “dindar nesil” yetiştirme hedefiyle eğitimde
4+4+4 sistemine geçilmesi ve okullarda din derslerinin hem süre hem içerik
bazında arttırılmasında görmüştük. (AKP milletvekili Ali Boğa, "Bütün
okulları imam hatip okulu yapma şansını elde etmiş durumdayız"- 2012)
Bu yolda en önemli uygulamalardan biri, içkiye
resmi bir yasak getirilmese de içki içilebilen kamusal alanların adım adım
daraltılması (örn. Beyoğlu’nda masaların kaldırılması, Bilgi Üniversitesi’nde içkili
festivalin yasaklanması, Üniversitenin Silahtar kampüsündeki restoranda içki
satışının durdurulması vb), içki içenlerin “alkolik”, “ayyaş” nitelemeleriyle
aşağılanması, nihayetinde gece saat 10’dan sonra içki satışının yasaklanması oldu.
Burada yasağın kendisinden ziyade Başbakan tarafından dile getirilen gerekçesi
dikkat çekiciydi: "İki tane ayyaşın yaptığı yasa muteber de
dinin emrettiğinin neden reddedilmesi gerekiyor?"
Bu rejim dönüşümü projesini en somut şekilde ortaya koyan
gelişme ise AKP İstanbul İl Başkanı Aziz Babuşçu’nun bir derneğin toplantısında
yaptığı konuşmada sarf ettiği sözler oldu: Babuşçu, konuşmasında eski statükoyla
hesaplaşmadan (siz laik Cumhuriyet anlayın), bu hesaplaşmada AKP tarafından
devletin kurumsal hafızasına düşülmesi gereken notlardan söz ediyor, bundan
dolayı da o güne dek birlikte yürüdükleri “paydaşları”
liberallerle yollarının ayrılacağını söylüyordu: “…liberal kesimler, şu ya da bu şekilde bu süreçte bir şekilde paydaş
oldular ancak gelecek inşa dönemidir. İnşa dönemi onların arzu ettiği gibi
olmayacak. Dolayısıyla o paydaşlar bizimle beraber olmayacaklar. Dün bizimle
beraber şu ya da bu şekilde yürüyenler, yarın bizim karşımızda olan güçlerle bu
sefer paydaş olacaklar. Çünkü inşa edilecek Türkiye ve ihya edilecek gelecek
onların kabulleneceği bir gelecek ve bir dönem olmayacak.”
Herhalde
bundan daha net ifade edilemezdi. Babuşçu'nun sıradan bir partili olmadığını, AKP'nin kilit isimlerinden biri olduğunu not edelim.
AKP-RTE’nin bu dönüşüm tasarısını hayata geçirebilmek için haliyle iktidarını
kalıcı hale getirmesi gerekiyordu. Bu nasıl olacaktı? Demokrasiyi mi ortadan kaldıracaktı?
Ona hem şimdilik gücü yetmezdi, hem de böyle bir yola tevessül etmesine ihtiyaç
yoktu. Onun yerine, sürekli seçim kazanmasını sağlayacak bir sistem kurmak daha
mantıklıydı. Bunun için de zaten elinde bulunan devlet olanaklarından
faydalanabilir, ihale komisyonlarıyla bir “paralel” hazine oluşturularak bu
kaynak iktidarını sağlamlaştıracak her türlü aksiyon için kullanılabilir, doğrudan
ya da dolaylı yatırımlarla medya satın alınabilir, satın alın(a)mayan gazete ve
televizyonlara komiserler yerleştirilerek (“Alo Fatih”) bu kurumlar Trojan yüklenmiş bir çeşit “zombi
bilgisayar” haline getirilebilir, böylece devasa bir propaganda mekanizmasıyla
kamuoyu manipüle edilebilirdi. 17 Aralık yolsuzluk soruşturmasından ortaya
saçılan tapelerde tam da bunu gördük.
İtiraf etmek
gerekir, AKP-RTE, uyguladığı bu stratejide şu ana dek hayli başarılı oldu. Öyle
ki, normalde bir hükümetin 10 kez istifasını ve adı geçenlerin yargı önüne
çıkmasını gerektirecek devasa bir yolsuzluk skandalını hesap vermeden
geçiştirmekle kalmadı, bunu iktidarını tahkim etmek için avantaja çevirdi. Yargıya
hesap vereceğine yargının kendisini ortadan kaldırıp hükümeti denetleyecek adalet
mekanizmasını darmadağın etti. Şu anda Türkiye’de anayasa fiilen askıda; iktidar
partisinin eylemlerini denetleyecek herhangi bir mekanizma yok. İktidar
monarşiye geçtiğini ilan etse, onu anayasa ve yasalara uymaya zorlayacak sokak
muhalefetinden başka bir güç mevcut değil. Daha ötesi, toplumun önemli bir
çoğunluğu buna rıza göstermekte. Yukarıda değinilen araç ve yöntemlerle
manipüle edilip iktidar partisinin gönüllü neferi haline getirilmiş kemik seçmen
kitlesi iktidarın atacağı her anti-demokratik adımı desteklemekte, hatta daha
da ilerisi için teşvik etmekte (“çalmışsa çalmış, oyum yine ona”).
İşte açmaz esasen bu noktada başlıyor: Şu ya da bu yolla iktidarını
kalıcılaştırmayı ve rejimi dönüştürmeyi hedefleyen bir parti, onun her
politikasını şu ya da bu sebeple (ideoloji, inanç, rant, servetten pay, ekonomik-siyasi
istikrar) destekleyen genişçe bir kitle; yeni rejimde hemen hemen hiçbir
özgürlüğü ve söz hakkı kalmayacak başka büyük bir kitle (laikler, Aleviler,
solcular); son olarak, öncelikleri ve gelecek tahayyülü bu iki kampın
öncelikleriyle hemen hemen hiçbir noktada çakışmayan nispeten daha ufak bir
kitle (Kürtler) karşı karşıya… Üçünü birden mutlu edecek ortak bir gelecek yok,
üçünün birden kazanacağı bir oyun yok. Görünen o ki buradan geriye dönüş de
imkânsıza yakın.
Rejimi dönüştürme projesinden vazgeçse bile gırtlağına kadar yolsuzluğa
batmış, bu suçun soruşturulmasını engellemek için de anayasa ve hukuku rafa
kaldırarak suç üstüne suç işlemiş iktidarın yargıya hesap vermekten
kurtulabilmesinin tek yolu iktidarda kalması. Onun hesap vermeden egemenliğini
devam ettirmesi ise hem kendi başına bir suç hem de laik kampın yaşam alanının
her gün biraz daha daralması, özgürlüklerinin yok edilmesi demek. İktidarın bir
şekilde el değiştirip eski statükonun egemen olması, İslamcıların tasfiye
edilerek Cumhuriyet’i fabrika ayarlarına döndürmeye girişmesi de güçlerin yer
değiştirerek savaşın sürmesinden başka bir işe yaramayacak gibi. Üstelik aktif
hale gelmiş El Kaide faktörüyle bu defa sandıkta değil sokakta yaşanacak bir
savaş.
Belki bugünlerin getirdiği bir karamsarlıktır ama şahsen ben Türkiye’nin bu
açmazdan tek parça halinde çıkabileceğini sanmıyorum. Dilerim kansız bir ayrılık
olur da üç parçaya bölünürüz. Kürt kendi devletinde, İslamcı o çok arzu ettiği seyreltilmiş
şeriat düzeninde, aralarında benim de bulunduğum laik kesim de laikliğin temel
ilke olduğu bir demokraside yaşar.