Gezi
Parkı Direnişi hepimizi hazırlıksız yakaladı. Gezi Parkı’nın yıkılıp yerine
“tarihi” Topçu Kışlası replikası yapılmasına karşı çıkan ve bunun için yaklaşık
bir buçuk- iki yıldır mücadele eden
Taksim Platformu da, 27 Mayıs sabahı onlara müdahale eden polis ve emri
veren Başbakan da, bugün Direnişin yanında ya da karşısında yer alanlar da işlerin
bu noktaya geleceğini asla tahmin edemezdi. Neticede bu eylem, gücü ve etkisi
sınırlı bir çevreci grubun Gezi Parkı’nın park olarak kalması için verdiği
mücadeleden başka bir şey değildi. Görünüşte de öyleydi, gerçekte de… Başka bir
zaman olsa muhtemelen bugüne kadar da öyle kalır, hatta birkaç gün
konuşulduktan sonra gündemin gürültüsü içinde kaynayıp giderdi. Ancak ilk
müdahaleyle hemen hemen aynı günlere denk gelen iki gelişme Gezi Parkı
Direnişini basit bir kent&çevre duyarlılığı eyleminden toplumsal
ayaklanmaya dönüştürdü.
Bunlardan
biri, içki satışı ve kullanımına çeşitli kısıtlamalar getiren düzenleme, diğeri
ise İstanbul Boğazı’na yapılacak üçüncü köprüye “Yavuz Sultan Selim” adının
verilmesiydi. İçki kısıtlaması düzenlemesinin kendisinden ziyade Başbakanın “iki
sarhoşun çıkardığı kanunlara uyuyorsunuz da dinin emrettiği şeye niye karşı çıkıyorsunuz?”
sözleriyle dile getirdiği gerekçesi uyumakta olan derin bir toplumsal fay
hattını harekete geçirdi. Bu fay hattı, ta Refah Partisi’nin 1994 yerel
seçimlerinde kazandığı zafer günlerinde laik kesimde oluşan “bunlar yaşam
tarzımıza müdahale edecek, ülkeyi teokratik bir rejime sürükleyecek” endişesiydi.
Bu kesimde bu endişe hep vardı; ancak buna inananlar bile Refah Partisi ve
ardılı olan AKP’nin istese bile bunu yapacak gücünün olmadığını biliyordu; doğrusu
AKP de bu endişeleri haklı çıkaracak icraatlardan uzak durmaya çalışıyordu. Erdoğan’ın içki
kısıtlamasını savunma gerekçesi sözünü ettiğimiz kesimin endişelerini
güçlendiren en somut kanıt oldu. Çünkü artık Erdoğan, elinde sınırlı yetkileri
olan bir belediye başkanı, askeri vesayet altında bir başbakan, her an
kapatılma tehdidiyle yüz yüze, rejimin üvey evladı bir partinin lideri değil,
bütün erki elinde toplamış bir muktedirdi. Elindeki iktidarla istediği şeyi
hayata geçirebileceğini kanıtlamış, açığa vurduğu niyetiyle de yapmak istediği şeylerin
pek hayra alamet olmadığını göstermişti. Bu vaziyet o ana kadar “endişeli
modernler”e alay ve istihzayla yaklaşan benim gibi birçok kişiyi de endişeye
sürükledi.
Üçüncü köprüye Yavuz Sultan
Selim adının verilmesi ise Alevi-Sünni fay hattını harekete geçirdi. Alevi
kesiminde Yavuz adının nasıl bir çağrışımı olduğunu bilen bilir. Kısaca belirtmek gerekirse, Aleviler Yavuz'u döneminde 50 bin Anadolu Alevisini öldüren padişah olarak bilirler. Köprüye Yavuz
adını uygun görenlerin niyeti ne olursa olsun, Aleviler bunu kendilerine karşı
yeni bir ayrımcılık, yeni bir yok sayma, yeni bir meydan okuma olarak algıladı
ve sokağa döküldüler. Örneğin, Gazi Mahallesi’nde, Hatay’da, Adana’da günlerce
süren protesto ve direniş eylemlerinin asıl tetikleyici sebebi Gezi Parkı’ndaki
ağaçlardan ziyade “Yavuz” meselesiydi.
Başbakan, icraatları ve
sözleriyle, bilerek ya da bilmeyerek toplumun en tehlikeli gerilim alanlarını
harekete geçirmişti. İşte Gezi Direnişi böyle bir momente denk geldi ve
direnişçilerin de onların düşmanlarının da asla öngöremeyeceği bir boyut
kazandı. Bir yandan Başbakanın Gezi direnişiyle ilgili ilk günden itibaren
ettiği sözler, bir yandan protestoculara uygulanan polis şiddeti ateşi harlayan
birer körük işlevi gördü; insanları öfkelendirdi, tepkinin boyutunu ve şiddetini
daha da arttırdı. Böylece, normalde bir park evreninde olup bitecek bir olay, iktidarın
nobranlığı ve kışkırtması sonucu toplumsal bir ayaklanmaya dönüştü.
Durum böyleyken, toplumsal
tepkinin sebepleri ve dinamikleri ayan beyan ortadayken Başbakan ve çevresi
direnişi önce “üç beş çapulcu”nun marifeti olarak yaftalayıp küçümsedi; o “üç
beş çapulcu”yu bastırmakta başarısız olunca da bu defa “faiz lobisi”, “uluslar
arası komplo”, “dış mihrak” öcülerine sarıldı. Bu çok tanıdık bir tepkiydi.
Başbakan, yenilgiye uğrattığı eski statükocuların dilini benimsemişti.
Başbakanı biraz tanıyan herkes
onun bu kötücül potansiyele sahip olduğunu bilir. Burada beni asıl şaşırtan, hayal
kırıklığına uğratan, entelektüel namusuna ve vicdanına güvendiğim, Gezi süreci
öncesi çok konuda hemfikir olduğum bir kısım yazar, gazeteci ve akademisyenin
ve bunların daha ünsüz benzerlerinin Gezi Direnişi’ne karşı tavrı oldu. Taraf gazetesinden
ayrılan grup başta olmak üzere, iktidara yakın çeşitli gazetelerde yazan ve genellikle
“liberal”, “özgürlükçü solcu”, “muhafazakâr demokrat” kimlikleriyle tanınan bu
kişiler bir anda vicdan sahibi özgür birer beyinden, korkularının, komplo
teorilerinin kördüğümünde eli ayağı dolaşmış zavallı birer iktidar apolojisti
haline geldiler. Gözümüzün önünde günden güne Yalçın Küçük’ün, Banu Avar’ın,
Ergün Poyraz’ın karşı kutuptaki taklitlerine dönüştüler.
Gezi Direnişi’ne en hazırlıksız
yakalananlar bunlar oldu. İlk günlerde herkes gibi onlar da ne olup bittiğini
anlayamadılar. Eylemde ilk dikkatlerini çeken şey solcu, sosyalist, ulusalcı sanatçı ve
aktörlerin Gezi Direnişi’ne destek vermesi oldu. Gezi’ye ilk tepkileri de Memet
Ali Alabora gibi isimleri karikatürleştirip dalga geçme şeklindeydi. Eylemler yukarıda bahsi
edilen diğer iki faktörün etkisiyle yaygınlaşıp kitleselleştikçe bu defa direnişin
bileşenlerine odaklandılar. Her biri kendi hesabıyla direnişe katılan veya daha
doğru bir tanımla “yamanan” CHP, İP-TGB gibi partilerin ve devrimci fraksiyonların
flamaları Taksim’de görününce asıl aradıkları “marker” de ortaya çıkmış oldu.
Haklılık hissiyle derin bir nefes alıp “tarafsız” pozisyonlarının doğruluğuna
emin oldular. İlk savunma hattını da Gezi direnişinin bileşenlerine bakıp
“bunlar ulusalcı darbeciler; bunlar arkaik, şiddet bağımlısı devrimciler;
bunlardan iyi bir şey sadır olmaz” teziyle bu noktada oluşturdular. Ne de olsa
kendileri ne devrimci ne ulusalcıydılar; onların yer aldığı bir eyleme destek
vermemelerinden doğal ne olabilirdi?
İlerleyen günlerde yaygınlaşan,
“Tayyip İstifa” sloganı ve 28 Şubat’ın ışık açıp kapama eylemini hatırlatan
tencere-tava eylemleri, bu kişilerin direnişe karşı yeni bir savunma hattı inşa
etmelerine yardımcı oldu. Gezi direnişinin arkasında darbe tertibi vardı! Asıl
amaç da Tayyip Erdoğan’ın şahsında demokrasiyi yok etmekti! Dolayısıyla, direnişe
direnmek darbeye direnmekti! (Bkz. Yıldıray Oğur: “Diren Demokrasi”) Artık
direnişe açıkça tavır almak namuslarına halel getirmezdi! Nasılsa ortada darbe
tehlikesi falan yokken, “darbe karşıtlığı” gibi risksiz bir pozisyonla elini sıcak sudan soğuk suya sokmadan üstün bir konumda kalma lüksü vardı.
Direniş uzayıp yaygınlaştıkça
“tarafsız” duruş kiminde utangaç bir direniş karşıtlığına, kiminde pervasız bir
iktidar savunuculuğuna dönüştü. Bu dönüşüm de “üç beş çapulcu” küçümsemesinin
yerini “faiz lobisi”, “OTPOR”, “dış mihrak” öcülerinin almasıyla birlikte
gerçekleşti. Direniş uzayıp boyutlandı ama buna karşı darbe girişimine dair de herhangi
bir emare belirmedi. Darbe tezi de inandırıcılığını kaybetti. Böylece “direnişe
karşı direniş” barikatına daha sağlam, daha kullanışlı malzemeler lazım oldu. Çoğu Yiğit
Bulut gibileri kadar kayışı koparmadıkları için “telekinetik suikast” tezlerini
pek telaffuz etmediler ama komplo teorilerinin komplo teorisi gibi görünmeyen daha
inceltilmiş, daha akla yatkın versiyonlarına yöneldiler. Örneğin, birden bire Gezi
direnişinin aslında Kürt sorunu çözüm sürecini, barışı hedeflediğini “keşfettiler”. Bu anlamda hiçbir kanıt sunamamalarına, çözüm sürecinde İmralı heyetinde yer
alan BDPli Sırrı Süreyya Önder’in Gezi direnişinin fitilini ateşleyen isim
olmasına, Gezi Parkı işgaline bireysel olarak BDPlilerin de destek vermesine rağmen
âlemi kör herkesi sersem yerine koyup bu tezi seslendirmeye başladılar. Bu da görünüşte
tıpkı darbe karşıtlığı gibi ahlâklı bir duruştu! Yalnız ufak bir kusuru vardı: Direnişçiler
arasında Kürt barışını dinamitlemek isteyen pek kimse görünmüyordu!…Tek tük öylesi şaşkınlar çıksa bile onlara ilk tepki yine direniş içinden geliyordu.
Gezi direnişi bu kesimin elinde
adeta istedikleri zaman istedikleri şekli verebildikleri bir oyun hamuru
olmuştu. “Ulusalcı ünlülerin gösteri alanı”, “darbe tertibi”, “demokrasiyi ve
seçilmiş başbakanı yeme girişimi” ve son olarak “barış sürecine sabotaj”! Başlangıçta
Gezi Parkı eylemindeki bazı göstergelere bakarak koydukları hatalı teşhis onları
her adımda daha büyük bir hata yapmaya zorladı ve giderek ahlaki bir çıkmazın
içine girdiler. Direnişin kötülüğünü ve kendi pozisyonlarının haklılığını
kanıtlama adına pespaye birer yalancı, arsız birer iktidar borazanı haline
geldiler. İktidarın dayatmacı anti-demokratik politikalarını, polis şiddetini, yok
yere ölen, sakatlanan, yaralanan insanları görmezden gelip bir de sözüm ona demokrasi
ve barış savunucusu pozu edindiler. Bunlara göre, Gezi direnişinin ana gövdesini
oluşturan partisiz gençler, sol örgütler, çevreciler, demokratlar, “Yavuz”
hoyratlığına itiraz eden Aleviler, yaşam tarzı özgürlüğünü savunmaktan başka
arayışı olmayan “modern” kentliler vs işi gücü bırakıp demokrasiyi ortadan
kaldırmak ve barışı sabote etmek için ölümü göze alarak direnişe geçmişti!
Kendilerini öyle sıkıntılı bir
pozisyona hapsettiler ki böylesi iler tutar yanı olmayan akıl dışı tezleri bile
savunmak zorunda kaldılar. Örneğin bunlardan biri, “Gezi’de komplo yok
diyorlar; komplo yok demeleri komplo olduğunun kanıtıdır” gibi kargaları
güldürecek bir şeyi dahi söyleyebildi. İş öyle bir noktaya geldi ki artık bu
insanlarla Gezi Direnişi’ni akıl mantık ve terbiye sınırları içinde tartışma
imkânı kalmadı.
Gezi Direnişi’nin sayısız
toplumsal, politik sonucu oldu; daha da olacak. Benim için en acı sonuçlarından
biri, daha bir ay öncesine kadar her konuda anlaşamasak da fikren, vicdanen kendime
yakın bildiğim bu insanların böylesi bir noktaya savrulmaları oldu. Direniş,
koca bir entelektüel mahalleyi de ıskartaya çıkarıp tarihin hurdalığına attı. En azından benim nazarımda...
Korkutanlar korkmaya başladılar... Gezi'nin özeti budur.
YanıtlaSil